Ortaya çıkışından itibaren en fazla tartışılan konulardan biri
şüphesiz evrim teorisi ve ilkeleridir. Yüz elli yıllık serüveninde
binlerce kez eksik noktaları düzeltilen ve yeni kanıtlarla güçlenen
evrim teorisi, birçok kez düşünsel değeri olmayan saldırılara maruz
kalmıştır ve halen de kalmaktadır....
Evrim teorisinin
bilimsel kapsamına ve ortalama toplumsal bilinçteki anlayışına
saldırıların temeli hiç şüphe yok ki dinsel yaratılış, ya da su
sıralardaki popüler adıyla “akılcı tasarım (intellectual design)”
iddiasıdır. Bu iddianın ortaya çıkışı aslında bu yıl 200. doğum yılı
kutlanan Darwin`in 150 sene önce yayınladığı Türlerin Kökeni`nden daha
eskiye dayanır ve dönemlerin siyasi yönelimlerinden bağımsız
düşünülemez. İşin ilginci, kutsal kitaplarda bulunan bu savın
tahakkümüne son verme çabasını ete kemiğe büründüren ve ona bilimsel
bir içerik katan evrim teorisinin önemi, Darwin`den yarım asır sonra
keşfedilmişti. Dahası, o dönemdeki siyasi koşullar - Avrupa ve
Amerika`nın dini dışlamayan ancak toplum değerlerinde olmasa da siyasi
işleyişte daha etkisiz bir konuma getiren kapitalist statükosu bir
yanda, Sovyetler`in “bürokratik bilim” anlayışı diğer yanda – evrim
kavramının daha da siyasallaşmasını beraberinde getirmişti. Günümüzde
kapitalizmin her alandaki tahakküm mekanizmalarının dışında
düşünülemeyecek bir ehlileştirme ve ötekileştirme tavrı, evrim teorisi
de dahil olmak üzere birçok bilimsel konuda da toplumsal aklı
gericileştirmeye, özgür düşünceyi kısıtlamaya ve koşulsuz itaat etmeye
zorlamaktadır.
Akılcı tasarım görüşünün asıl kimliğini
anlamak icin onun içinde bulunduğu daha geniş hareketlere bakmak
gerekir. Günümüz yaratılışçılığının temelini, ABD`deki fundamentalist
Hristiyanlar atmış, bugünse kendilerine “neocon” diyen muhafazakarlar
ve dünyanın diğer bölgelerindeki yandaşları eliyle sürdürmekteler.
ABD`li işadamı Jerry Falwell, 1970`lerin sonlarında anti-evrim
çalışmalarına destek sağlamak amacıyla, arkasında bazı senatörleri de
alarak Yaratılış Çalışmaları Enstitüsü adıyla bir sivil toplum örgütü
kurdu (Türkiye`deki Bilim Araştırmaları Vakfı da bu tip kuruluşlardan
kaynak alan ve desteklenen bir kurumdur) ve bu dönemde kendine birçok
yandaş topladı. Eğitim müfredatından evrim teorisinin çıkarılması ve
yerine yaratılış iddiasinın okutulması için açılan ve daha sonra arkası
kesilmeyen davaların ilki 1981`de Arkansas`ta başladı. Daha sonra
1988`de, tamamen yaratılış konularını işleyen Liberty Üniversitesi
kuruldu. Bu süreçte muhafazakarlar her zaman yaratılışçıların
yanındaydılar ve bu ilişkiden ikisi de yararlandılar. Bu hareketin bir
diğer önemli ismi ve diger bir muhafazakar Tim LaHaye evrim
karşıtlığının asıl temasının aslında “hümanizm karşıtlığı” oldugunu
söylerken düşünce özgürlüğünden feminizme, sosyalizmden evrimsel
biyolojiye kadar birçok “din düşmanı” öğenin yok edilmesi gerektiğinin
altını çiziyordu. Dönemin siyasi iktidarı da bu söylemi anti-komünist
ideolojisine eklemliyor ve tarihsel karşıtlıkları güçlü bir kampta
topluyorlardı. LaHaye kitabında bir seküler humanizm piramidi çizer ki
bu piramidin tabanında ateizm, bunun üzerinde “ahlaksızlık”in
destekleyicisi olarak betimlenen evrim teorisi, ve en üstte de
sosyalist tek dünya görüşü bulunur. Tipik bir muhafazakar tavır olarak
ortaya çıkan bu evrim-karşıtlığı kampının politik mücadelesinin ne
olduğunu anlamak için Senatör Bob Werner`in 1989`da söylediği şu sözler
anlamlıdır: “Yönetmeliyiz! Sen yönetmezsen, ben yönetmezsem, ateistler
ve hümanistler yönetecekler. Okullarda, mahallelerde, ülkede, kıtada ve
dünyada yöneten biz olmalıyız. Yaşamın her alanında yöneten biz
olmalıyız.” (Diamond dergisindeki söyleşisinden. 1989). Buradan da
anlaşılıyor ki her ne kadar yaratılışçılar okullarda ögrencilerin
“özgür seçim” hakları olduğunu ve bunun “demokrasi”nin bir kuralı
olduğunu dillendirseler de bu samimi olmaktan uzak bir demagojik
tekrardan öteye geçmiyor. Elbette biz bu demokrasi anlayışının
ideolojik olarak sorgulanamaz bir itaate ve bu itaatin sosyal değer
yargılarını yanılmaz bir şekilde yorumlayanlarca yaratılan otoritesine
dayanan bir dünya görüsünü temsil ettigini biliyoruz. Dolayısıyla evrim
karşıtlarına karşı verilecek mücadele daha bütünlüklü bir politik
muhalefetten bağımsız düşünülemez.
TÜRKIYE`DE EVRIM KARŞITLIĞI
Bir
söz vardır, “Girit`in derdi büyük, o konuyu hiç açmayalım” diye.
Türkiye`de evrim teorisi de o konulardan biri. Osmanlı`dan Türkiye
Cumhuriyeti`ne geçişin sancıları her alanda hissedilmişti ama temel
gerginliklerden biri hala geçerliliğini koruyan sekülarizm
düzlemindeydi. Evrim teorisi ise 80 yılı aşkın cumhuriyet tarihinin
aslında son 30 yılında tartışılır hale geldi denebilir. 70`lerde
özellikle dünya sol literatürünün yanısıra Darwin`in yapıtlarının da
Türkçe`ye çevrilmesiyle başlayan ve doğa kanunlarının diyalektik
unsurlarının bütünlüklü bir dünya görüşü içerisinde Türkiye
entellektüellerine de aktarılması sonucunda evrim teorisi solun bilim
alanındaki bir simgesi haline geldi. Bu simge kendini 12 Eylül sonrası
apolitizasyon döneminde laik/anti-laik tartışmalarında da gösterdi. 12
Eylül sonrası Türkiye`de baskın hale gelen ezberci, düşünmenin göz
ardı edildiği, koşulsuz hegamonyanın pompalandığı bir eğitim sistemi
düşünüldüğünde, evrim teorisine saldırıların artacağını düşünmek de
büyük bir öngörü değildi. Öyle de oldu. Okullarda zorunlu din
derslerinin konması ve yaratılış savının evrim teorisine karşı bilimsel
bir seçenek olarak lanse edilmesi ile her tür yozlaşmanın yanısıra,
bilimsel değerlere de saldırı başladı. Ders kitaplarından evrim teorisi
ya çıkarıldı, ya da çok anlamsız bir iki paragrafa indirgendi. Evrim
teorisini okutan eğitimcilere verilen sürgünler ve açılan soruşturmalar
hala devam etmekte. Halihazırdaki Milli Eğitim Bakanı ise sığ ve dar
bir “isteyen istediğini seçer, evrim teorisine karşı biz de yaratılış
teorisini koyuyoruz” mantığıyla yerini çoktan belli etmiştir.
NE YAPMALI?
Sartre`a
göre önce insan vardır; şu ya da bu olması daha sonra gelir. Varolan
insan kendi özünü yaratır ve toplumsal kimlikler de bu özlerin
konsensuslarıdır. Oysa yaratılışçılarin benimsetmeye çalıştıkları ise
bunun tam tersidir. İnsan, kutsal bir güç tarafından olduğu gibi
yaratılmış ve doğanın diğer tüm unsurları da insanın emrine
verilmiştir. İnsanın görevi ise yaratılmasının diyeti olarak ibadet ve
itaat etmektir. Yani insanın varoluşunun evrende somut bir gerçek
olarak bulunmasından çok, aslında sonradan kendi yarattığı özünün bir
sonucu olduğunu savunan bir görüşün, canlıların oluşumunun, uzun tarih
dönemlerindeki gelişiminin ve zamanla değişip doğa ile karmaşık bir
uyum içine girmesinin mekanik ve bilimsel temellerini akılcı bir yolla
ortaya koyan sağlam bir evrim teorisine dost olamayacağı en başından
beri aşikardı. Elbette sığ yaratılış tezlerine ve evrim teorisini,
canlıların oluşum ve etkileşimlerini biyolojik açıdan inceleyeceği
yerde içini boşaltıp toplumsal yaşamın genel olarak üretim ve siyaset
koşullarında biçimlenen işleyişine uyarlamaya çalışarak, sosyal statü
farklılıklarını doğanın içsel bir yasası gibi göstermeye çalışan sosyal
Darwinizm`e karşı meydanı boş bırakmamak gerektiğini kabul etmekle
beraber, evrimi bilim dışı savlarla çürüttüğünü sanan kendinden menkul
çevrelerle tartışarak zaman ve enerji kaybetmek yerine, örülecek ortak
bir mücadele zemininde bu sorunların iki kutbu arasındaki ana
çelişkilerin üstesinden gelmeye çalışmanın kıymet-i harbiyesi daha
fazladır.
Son olarak, yazıyı okurken aklınıza
yaratılışçıların savlarına karşı yazılmış herhangi bir çürütme
göremedik gibi bir düşünce geldiyse eğer, onu da şöyle açıklayalım:
“Maymundan mı geldik?” diyenlere bu safca ritüelin aslında
makroevrimsel süreçte birbirinin devamı olmamızdan çok ortak bir
omurgalı atadan geldiğimizi ve bunun maymundan gelmek anlamına
gelmediğini; ya da “evrim kanıtlanamayan bir teoridir ve bu nedenle
hala kural değildir ve olumsuzlanabilir” diyenlere lise kitaplarında
okuduğumuz bilimsel bilginin hiyerarşik sınıflandırmasında en üstte
duran “kanun”un kesinleşmis bir teori anlamına gelmediğini ama
kanıtlarla desteklenen ve olumsuzlanması artık mümkün olmayan teoriler
anlamına geldiğini ve bu nedenle evrim teorisinin diğer genel kabul
gören ama kanun olarak sayılmasına günümüz bilimsel metodolojisi içinde
gerek de olmayan atom teorisi, görecelilik teorisi vs. gibi bir teori
olduğunu bilimsel bir yöntemle anlatmaya çalışmak ve temelde tartışmak
tam anlamıyla abesle iştigaldir. Çünkü bilimsel bir kavramla, bilimsel
olmayan bir kavramı tartışamak felsefi olarak da yanlıştır. İnanç ve
itaat, tabanında terimlerin çarpıtılmasını ve demagojiyi barındırır.
Doğayı ve olayları, denenebilir temellerde açıklayan ve gerisiyle
uğraşmayan bir metodik doğallığa karşı yaratılışçılık, sınırları belli
olmayan ve denenemez kavramlarla saldırıdaysa; bilimsel gerçeklik ve
deneysellik, bir zamanlar kutsal ve yüce yaratıcı tarafından
oluşturulduğuna ve dolayısıyla anlaşılamayacağına/çözülemeyeceğine
inanılan maddenin yapısı, beynin işlevleri, çeşitli fizik kuramları vs.
gibi olgular ve biyolojik kavramları istisnasız herkese nasıl kabul
ettirdiyse, hiç şüphe yok ki evrim teorisini de kitlelere bu şekilde
benimsetecektir. Çünkü yaratılışçılığın, bu bilimsel çabaların düşünsel
değerine kattığı hiçbir şey yoktur ve bu hegamonik çarpıtmanın farkını,
yaşamın nesnelliğinde yaratılacak nitelikli kollektif akıl er ya da geç
anlayacaktır. Şüphesiz, bu anlamlandırma süreci de toplumsallıkları
içindeki bireylerin kendi varoluş ilişkilerini özgürleştirmenin
yollarını arayan sosyopolitik mücadelelerden bağımsız düşünülemez.CAĞHAN KIZIL
şüphesiz evrim teorisi ve ilkeleridir. Yüz elli yıllık serüveninde
binlerce kez eksik noktaları düzeltilen ve yeni kanıtlarla güçlenen
evrim teorisi, birçok kez düşünsel değeri olmayan saldırılara maruz
kalmıştır ve halen de kalmaktadır....
Evrim teorisinin
bilimsel kapsamına ve ortalama toplumsal bilinçteki anlayışına
saldırıların temeli hiç şüphe yok ki dinsel yaratılış, ya da su
sıralardaki popüler adıyla “akılcı tasarım (intellectual design)”
iddiasıdır. Bu iddianın ortaya çıkışı aslında bu yıl 200. doğum yılı
kutlanan Darwin`in 150 sene önce yayınladığı Türlerin Kökeni`nden daha
eskiye dayanır ve dönemlerin siyasi yönelimlerinden bağımsız
düşünülemez. İşin ilginci, kutsal kitaplarda bulunan bu savın
tahakkümüne son verme çabasını ete kemiğe büründüren ve ona bilimsel
bir içerik katan evrim teorisinin önemi, Darwin`den yarım asır sonra
keşfedilmişti. Dahası, o dönemdeki siyasi koşullar - Avrupa ve
Amerika`nın dini dışlamayan ancak toplum değerlerinde olmasa da siyasi
işleyişte daha etkisiz bir konuma getiren kapitalist statükosu bir
yanda, Sovyetler`in “bürokratik bilim” anlayışı diğer yanda – evrim
kavramının daha da siyasallaşmasını beraberinde getirmişti. Günümüzde
kapitalizmin her alandaki tahakküm mekanizmalarının dışında
düşünülemeyecek bir ehlileştirme ve ötekileştirme tavrı, evrim teorisi
de dahil olmak üzere birçok bilimsel konuda da toplumsal aklı
gericileştirmeye, özgür düşünceyi kısıtlamaya ve koşulsuz itaat etmeye
zorlamaktadır.
Akılcı tasarım görüşünün asıl kimliğini
anlamak icin onun içinde bulunduğu daha geniş hareketlere bakmak
gerekir. Günümüz yaratılışçılığının temelini, ABD`deki fundamentalist
Hristiyanlar atmış, bugünse kendilerine “neocon” diyen muhafazakarlar
ve dünyanın diğer bölgelerindeki yandaşları eliyle sürdürmekteler.
ABD`li işadamı Jerry Falwell, 1970`lerin sonlarında anti-evrim
çalışmalarına destek sağlamak amacıyla, arkasında bazı senatörleri de
alarak Yaratılış Çalışmaları Enstitüsü adıyla bir sivil toplum örgütü
kurdu (Türkiye`deki Bilim Araştırmaları Vakfı da bu tip kuruluşlardan
kaynak alan ve desteklenen bir kurumdur) ve bu dönemde kendine birçok
yandaş topladı. Eğitim müfredatından evrim teorisinin çıkarılması ve
yerine yaratılış iddiasinın okutulması için açılan ve daha sonra arkası
kesilmeyen davaların ilki 1981`de Arkansas`ta başladı. Daha sonra
1988`de, tamamen yaratılış konularını işleyen Liberty Üniversitesi
kuruldu. Bu süreçte muhafazakarlar her zaman yaratılışçıların
yanındaydılar ve bu ilişkiden ikisi de yararlandılar. Bu hareketin bir
diğer önemli ismi ve diger bir muhafazakar Tim LaHaye evrim
karşıtlığının asıl temasının aslında “hümanizm karşıtlığı” oldugunu
söylerken düşünce özgürlüğünden feminizme, sosyalizmden evrimsel
biyolojiye kadar birçok “din düşmanı” öğenin yok edilmesi gerektiğinin
altını çiziyordu. Dönemin siyasi iktidarı da bu söylemi anti-komünist
ideolojisine eklemliyor ve tarihsel karşıtlıkları güçlü bir kampta
topluyorlardı. LaHaye kitabında bir seküler humanizm piramidi çizer ki
bu piramidin tabanında ateizm, bunun üzerinde “ahlaksızlık”in
destekleyicisi olarak betimlenen evrim teorisi, ve en üstte de
sosyalist tek dünya görüşü bulunur. Tipik bir muhafazakar tavır olarak
ortaya çıkan bu evrim-karşıtlığı kampının politik mücadelesinin ne
olduğunu anlamak için Senatör Bob Werner`in 1989`da söylediği şu sözler
anlamlıdır: “Yönetmeliyiz! Sen yönetmezsen, ben yönetmezsem, ateistler
ve hümanistler yönetecekler. Okullarda, mahallelerde, ülkede, kıtada ve
dünyada yöneten biz olmalıyız. Yaşamın her alanında yöneten biz
olmalıyız.” (Diamond dergisindeki söyleşisinden. 1989). Buradan da
anlaşılıyor ki her ne kadar yaratılışçılar okullarda ögrencilerin
“özgür seçim” hakları olduğunu ve bunun “demokrasi”nin bir kuralı
olduğunu dillendirseler de bu samimi olmaktan uzak bir demagojik
tekrardan öteye geçmiyor. Elbette biz bu demokrasi anlayışının
ideolojik olarak sorgulanamaz bir itaate ve bu itaatin sosyal değer
yargılarını yanılmaz bir şekilde yorumlayanlarca yaratılan otoritesine
dayanan bir dünya görüsünü temsil ettigini biliyoruz. Dolayısıyla evrim
karşıtlarına karşı verilecek mücadele daha bütünlüklü bir politik
muhalefetten bağımsız düşünülemez.
TÜRKIYE`DE EVRIM KARŞITLIĞI
Bir
söz vardır, “Girit`in derdi büyük, o konuyu hiç açmayalım” diye.
Türkiye`de evrim teorisi de o konulardan biri. Osmanlı`dan Türkiye
Cumhuriyeti`ne geçişin sancıları her alanda hissedilmişti ama temel
gerginliklerden biri hala geçerliliğini koruyan sekülarizm
düzlemindeydi. Evrim teorisi ise 80 yılı aşkın cumhuriyet tarihinin
aslında son 30 yılında tartışılır hale geldi denebilir. 70`lerde
özellikle dünya sol literatürünün yanısıra Darwin`in yapıtlarının da
Türkçe`ye çevrilmesiyle başlayan ve doğa kanunlarının diyalektik
unsurlarının bütünlüklü bir dünya görüşü içerisinde Türkiye
entellektüellerine de aktarılması sonucunda evrim teorisi solun bilim
alanındaki bir simgesi haline geldi. Bu simge kendini 12 Eylül sonrası
apolitizasyon döneminde laik/anti-laik tartışmalarında da gösterdi. 12
Eylül sonrası Türkiye`de baskın hale gelen ezberci, düşünmenin göz
ardı edildiği, koşulsuz hegamonyanın pompalandığı bir eğitim sistemi
düşünüldüğünde, evrim teorisine saldırıların artacağını düşünmek de
büyük bir öngörü değildi. Öyle de oldu. Okullarda zorunlu din
derslerinin konması ve yaratılış savının evrim teorisine karşı bilimsel
bir seçenek olarak lanse edilmesi ile her tür yozlaşmanın yanısıra,
bilimsel değerlere de saldırı başladı. Ders kitaplarından evrim teorisi
ya çıkarıldı, ya da çok anlamsız bir iki paragrafa indirgendi. Evrim
teorisini okutan eğitimcilere verilen sürgünler ve açılan soruşturmalar
hala devam etmekte. Halihazırdaki Milli Eğitim Bakanı ise sığ ve dar
bir “isteyen istediğini seçer, evrim teorisine karşı biz de yaratılış
teorisini koyuyoruz” mantığıyla yerini çoktan belli etmiştir.
NE YAPMALI?
Sartre`a
göre önce insan vardır; şu ya da bu olması daha sonra gelir. Varolan
insan kendi özünü yaratır ve toplumsal kimlikler de bu özlerin
konsensuslarıdır. Oysa yaratılışçılarin benimsetmeye çalıştıkları ise
bunun tam tersidir. İnsan, kutsal bir güç tarafından olduğu gibi
yaratılmış ve doğanın diğer tüm unsurları da insanın emrine
verilmiştir. İnsanın görevi ise yaratılmasının diyeti olarak ibadet ve
itaat etmektir. Yani insanın varoluşunun evrende somut bir gerçek
olarak bulunmasından çok, aslında sonradan kendi yarattığı özünün bir
sonucu olduğunu savunan bir görüşün, canlıların oluşumunun, uzun tarih
dönemlerindeki gelişiminin ve zamanla değişip doğa ile karmaşık bir
uyum içine girmesinin mekanik ve bilimsel temellerini akılcı bir yolla
ortaya koyan sağlam bir evrim teorisine dost olamayacağı en başından
beri aşikardı. Elbette sığ yaratılış tezlerine ve evrim teorisini,
canlıların oluşum ve etkileşimlerini biyolojik açıdan inceleyeceği
yerde içini boşaltıp toplumsal yaşamın genel olarak üretim ve siyaset
koşullarında biçimlenen işleyişine uyarlamaya çalışarak, sosyal statü
farklılıklarını doğanın içsel bir yasası gibi göstermeye çalışan sosyal
Darwinizm`e karşı meydanı boş bırakmamak gerektiğini kabul etmekle
beraber, evrimi bilim dışı savlarla çürüttüğünü sanan kendinden menkul
çevrelerle tartışarak zaman ve enerji kaybetmek yerine, örülecek ortak
bir mücadele zemininde bu sorunların iki kutbu arasındaki ana
çelişkilerin üstesinden gelmeye çalışmanın kıymet-i harbiyesi daha
fazladır.
Son olarak, yazıyı okurken aklınıza
yaratılışçıların savlarına karşı yazılmış herhangi bir çürütme
göremedik gibi bir düşünce geldiyse eğer, onu da şöyle açıklayalım:
“Maymundan mı geldik?” diyenlere bu safca ritüelin aslında
makroevrimsel süreçte birbirinin devamı olmamızdan çok ortak bir
omurgalı atadan geldiğimizi ve bunun maymundan gelmek anlamına
gelmediğini; ya da “evrim kanıtlanamayan bir teoridir ve bu nedenle
hala kural değildir ve olumsuzlanabilir” diyenlere lise kitaplarında
okuduğumuz bilimsel bilginin hiyerarşik sınıflandırmasında en üstte
duran “kanun”un kesinleşmis bir teori anlamına gelmediğini ama
kanıtlarla desteklenen ve olumsuzlanması artık mümkün olmayan teoriler
anlamına geldiğini ve bu nedenle evrim teorisinin diğer genel kabul
gören ama kanun olarak sayılmasına günümüz bilimsel metodolojisi içinde
gerek de olmayan atom teorisi, görecelilik teorisi vs. gibi bir teori
olduğunu bilimsel bir yöntemle anlatmaya çalışmak ve temelde tartışmak
tam anlamıyla abesle iştigaldir. Çünkü bilimsel bir kavramla, bilimsel
olmayan bir kavramı tartışamak felsefi olarak da yanlıştır. İnanç ve
itaat, tabanında terimlerin çarpıtılmasını ve demagojiyi barındırır.
Doğayı ve olayları, denenebilir temellerde açıklayan ve gerisiyle
uğraşmayan bir metodik doğallığa karşı yaratılışçılık, sınırları belli
olmayan ve denenemez kavramlarla saldırıdaysa; bilimsel gerçeklik ve
deneysellik, bir zamanlar kutsal ve yüce yaratıcı tarafından
oluşturulduğuna ve dolayısıyla anlaşılamayacağına/çözülemeyeceğine
inanılan maddenin yapısı, beynin işlevleri, çeşitli fizik kuramları vs.
gibi olgular ve biyolojik kavramları istisnasız herkese nasıl kabul
ettirdiyse, hiç şüphe yok ki evrim teorisini de kitlelere bu şekilde
benimsetecektir. Çünkü yaratılışçılığın, bu bilimsel çabaların düşünsel
değerine kattığı hiçbir şey yoktur ve bu hegamonik çarpıtmanın farkını,
yaşamın nesnelliğinde yaratılacak nitelikli kollektif akıl er ya da geç
anlayacaktır. Şüphesiz, bu anlamlandırma süreci de toplumsallıkları
içindeki bireylerin kendi varoluş ilişkilerini özgürleştirmenin
yollarını arayan sosyopolitik mücadelelerden bağımsız düşünülemez.CAĞHAN KIZIL