İNSAN RUHUNUN HASTA DOKTORUSavaş
ve Barış, Anna Karenina, Diriliş romanlarının büyük Rus yazarı Tolstoy,
Hıristiyanlıktaki dogmaları eleştirdiği makaleleri nedeniyle 1901
yılında kilise tarafından aforoz edildi.
Kendi
çelişkilerini yarattıklarına da mal etmiş bir tanrıydı o… yazmak,
kendini tedavi etmekti, içinden çıkamadığı konularda birden sonuçlara
varmaktı, kendinden haberler vermekti başkalarına; acılarını,
mutluluklarını, hayata dair fikirlerini, dine bakınışını, ruhunun
olabildiğince ortalığa sermeye çalıştığı iyiliğini ve kötülüğünü, zevke
düşkünlüğü ve zevke düşkünlüğe karşı duyduğu nefreti, tutkularını ve
saplantılarını, hoşlandıklarını ve tiksindiklerini ya da hoşlanırken
tiksindiklerini anlatmaktı işte düpedüz… Herkes onu “insan ruhunun
doktoru” olarak tanımlasa da o, en çok kendi ruhunun doktorluğunu
yapıyordu aslında… Geçmişinde pek çok savaş kahramanı, ayrılıkçı
devrimci ve siyasi sürgün bulunan varlıklı ve soylu bir ailenin, henüz
iki yaşındayken annesini ve dokuz yaşındayken de babasını kaybetmesinin
ardından diğer dört kardeşiyle birlikte teyzeleri tarafından
yetiştirilen çocuğuydu Lev… Daha küçük bir çocuk olduğu sıralarda
etrafındaki insanların her birine “insanın ruhuna sızan ve oradaki her
ayrıntıyı görebilen” bakışlarla bakan Lev, okuma yazma öğrenir öğrenmez
Tanrısal bir dürtüye teslim olmuşçasına bunları kağıtlara aktarmaya
başlamıştı. Sahip olduğu muazzam gözlem yeteneği sayesinde başkaları
hakkında sezilmiş bunca bilginin arasında boğulur gibi oluyordu ama
düpedüz ağır bir hastalık gibiydi bu; kurtulmak istemekle
kurtulabileceği bir şey değildi… Lev Tolstoy’un zihnindeki o yıpratıcı
yoğunluk küçük yaşlarda başlamıştı belki; kaç çocuk kundaklandığı günü
bile anlatabilirdi sahi? Bu şaşırtıcı hafızasına rağmen çocuğun
dersleri iyi sayılmazdı: “ Sergey istiyor ve yapıyor; Dimitri istiyor
ama yapamıyor; Lev ise ne istiyor ne yapıyor” diyordu Tolstoy
kardeşleri tanıyanlar… Kazan’ da okuduğu bu yıllarda hayatı boyunca
silkinip yakasını kurtaramayacağı o büyük yalnızlıkla tanışmıştı; içine
düştüğü boşluğu doldurmak için bir yıl içinde, bir Stoacı olup bedensel
işkenceler yapmıştı kendine ya da bir Epikürcü olup keşfettiği hazların
derinliğinde her zamankinden daha sık nefesler almıştı. Tüm arayışların
sonunda inandığı her şeyi kaybetmiş, hatta inancın kendisine “
ezberletilmiş” olduğunu fark ederek bunları sorgulamaya başlamıştı.
“Tanrıyı yadsımıyordum. Ama hangi tanrıyı? Bilmiyordum. İsa’yı ve
öğretisini de yadsımıyordum ama bu öğreti neydi, söyleyemezdim”
diyecekti yıllar sonra yazacağı itirafnamesinde… Genç Lev, aynalarda
gördüğü çirkin yüzünü ancak “olunması gerektiği bir adam” olursa
beğenileceği düşüncesiyle, olunması gerektiği gibi bir adam olabilmek
için kumar oynamaya, eline geçen tüm parayı etrafa saçmaya ve
borçlanmaya başladı… Yeniden, sadece zevklerin ön planda olduğu lüks
bir hayat kurdu kendine… Ama bir yandan da o mikroskobik bakışlarıyla
ruhunu bir camın üzerine yatırıyor ve olağanca dürüstlüğüyle kendini
inceliyordu: Baktığı ruhta günahları görüyordu, kötülük arzularını,
“insanca” denilerek sonsuz bir affa uğrayan zaaflarını ve hırslarını…
İçindeki mahkeme salonunda yargıladığı benliğini aşağılarken aslında
iyi biri olmak istediğini, birilerine iyilik yapmak için arabasını
satmayı, servetinin bir kısmını yoksullara dağıtmayı düşündüğünü tekrar
ediyor ve bu aşağılayıcı mahkemenin bitiminde “ bir hayvan gibi
yaşadığı, çürüdüğü” sonucuna varıyordu. Çelişkilerinin onu kemirdiğini,
ruhunda onarılması çok zor gedikler açtığını gördükten sonra yapmakta
ve yaşamakta olduğu her şeyden tiksinip hukuk eğitimini de yarıda
bırakarak doğduğu yere İasnaya-Poliana’ya geri döndü. Bu defa iyilik
takıntısı halinde kendini göstermişti bunalım; yakın zamanın seçkinci
genci, halka yakın durmaya, onları korumaya çalışıyor, hatta kendisini
halkın eğitimine adamak istiyordu. Eve döndükten dört gün kadar sonra
seçkin kesimden usandığı kadar halktan da usanmıştı; kumar oynamaya da
devam ettiğinden yeniden borçlanmıştı ve artık alacaklıları tarafından
sıkıştırılıyordu da… Çözüm, her sıkıldığında yaptığı gibi gitmekti
yine… Lev, Kafkasya’da cephede olan kardeşi Nikolay’ın yanına giderek
orduya katıldı. Orduda
olduğu dönemde ruhundaki büyük boşluğun ancak dua ederek dolduğunu
hissetmişti. Orduda savaştığı bu zamanlarda sadece görünen düşmanlarla
değil, kendisini kemiren tutkularıyla, kumarla, haz düşkünlüğüyle ve
gereksiz gururuyla da savaştı. Ve Lev daha farklı bir amaçla yazıyordu
bir yandan da… 1851’de Tiflis’te hastalığı nedeniyle askerlik görevine
ara verdiği sırada yazmaya başlayarak ertesi yıl Kafkasya’da
tamamladığı Çocukluk adlı anı kitabını, imzasız olarak ünlü Sovremennik
dergisine göndermişti. Kitap, dergide yayımlandıktan hemen sonra
edebiyat âleminin yeni tanrısının doğum çığlıkları yankılanıyordu
Rusya’da ve Avrupa’da… Sonraki iki yıl içinde Bir Beyzadenin Sabahı,
Akın, Delikanlılık adlı kitapları da yayımlandı. Yine bir anı derlemesi
olan Delikanlılık’ta, Çocukluk’a oranla daha gerçekçi ve samimi
üslubuyla dikkat çekti; bu defa kendi ruhunu da tüm bunalımı ve
melankolisiyle ortaya koymuştu Tolstoy… Akın’ın yazılışının ardından
Osmanlı’ya açılan savaş nedeniyle önce Romanya ordusuna atanan sonra da
Kırım’a geçen yazar, 1854’te Sivastopol’e gitti. Bu cephede, hayatının
ilerleyen dönemlerinde pişmanlık duyacağı şeylere bir yenisini daha
ekledi; savaşın insanı insanlıktan çıkararak adeta bir ölüm makinesi
haline getirdiği herkes gibi Tolstoy da birilerini öldürüyordu, hatta
ölümleri seyrediyordu bazen, aklı karışıyordu yeniden, tüm
karmaşalarını yazıyordu sonra, anlatarak uzaklaşmaya, yaşadıklarından
kurtulmaya çalışıyordu. İşte bu sıralarda cephe gecelerinin
karanlığında yazdığı Kafkasya öyküleriyle de (Akın, Ormanda Kesim,
Moskovalı Bir Tanıdıkla Karşılaşma, Kazaklar) yeni edindiği yerini
iyice sağlamlaştırdı. “Gençlik” adıyla yayımlamayı tasarladığı bir
kitap üzerinde çalışmaya başladıysa da birdenbire savaş anılarından
oluşan Sivastopol Hikâyeleri’ni yazmaya başladığından bu kitabı
tamamlayamadı. Yoğun bir lirizmle sarsan Sivastopol Hikâyeleri’nin ilk
bölümünü okuyan çariçe kitabı bitirdikten sonra ağlamıştı; çar da
kitabın Fransızcaya çevrilmesini ve yazarının cepheden alınarak daha
güvenli bir yere yerleştirilmesini emretmişti… Cepheden alınan Tolstoy,
1855’te büyük bir yazar ve savaş kahramanı olarak Petersburg’daki sanat
çevresine girmişti. Ama burada da mutlu değildi, her şeyi bildiklerini
düşünen bu insanların yapmacıklığı, neredeyse yapışkan tavırları
Tolstoy’u bunaltmıştı. Özellikle Turgenyev’in aşırı ilgisiyle
karşılaşan Tolstoy, kendisinin de reddetmediği genel olarak kabul
edilmiş fikirlere karşı yeni çevresini rahatsız ediyordu. Daha ilk
karşılaşmalarında tartıştığı Turgenyev, onun, gerçeği söylemediğini
düşündüğü insanları azarlama alışkanlığının tatsızlığından
bahsediyordu. İkisi anlaşamıyorlardı da zaten, her ne kadar
birbirlerinin sanatlarına saygı duysalar da tamamen farklı insanlardı
çünkü… Asıl kavga Turgenyev’in, kızının yaptığı iyilikleri anlattığı
zaman yaşandı. “Yüksek” çevrelerin iyilikseverliklerini ortaya
dökmelerinden hiçbir zaman hoşlanmamış olan Tolstoy bu durumu oldukça
kaba bir durumda eleştirince, Turgenyev tarafından “tokatlanmakla”
tehdit edilmişti; kontrolden çıkan Tolstoy da onu düelloya çağırmıştı.
Turgenyev, sinirleri yatıştığında mektupla özür dilediyse de Tolstoy
onu affetmeyi reddedecek ve bu iki ünlü yazar arasındaki buzlar yirmi
yıl daha erimeyecekti… Bu olaydan sonra nerdeyse nefret ettiği bu
çevreden koptu ama sanatla ilişkisi de onlarınkine benzemişti, biraz…
Faydacı bir ilişkiydi bu; ona para, şöhret ve kadın sağlıyordu! Ancak
sonraki yıl çıktığı Avrupa gezisi sırasında, Paris’te tanık olduğu bir
idamla hayata bakış açısı değişti; yeniden bunalıma girdi: İlerlemek,
“şimdi”den beklediklerimizi sağlamıyordu, o yazarlar çevresi bir yalana
inanıyordu; işte Paris’in ortasında kanlı bir kafa, yere yığılan
vücudun hemen yanına düşüveriyordu! Neden yaşıyorduk o halde? Nasıl
yaşamalıydık? İyi olan neydi? Doğru olan neydi? Peki doğru olanı
belirleyen kriter neydi? O kriter gerçekten de doğru muydu? Tolstoy
yine köyüne döndü… Yine daha iyi biri olmak, köylülere yardım etmek,
onlar için yaşamak istiyordu. Bu defa onların eğitimiyle de
ilgilenecekti üstelik… Ne öğreteceğini bilmiyordu, nasıl öğreteceğini
de… Bunu öğrenmek için yeniden Avrupa’ya gitti ama oradaki sistemden de
hoşnut kalmadı. Asıl istediği daha “kendiliğinden” bir eğitimdi; onun
okulundaki çocuklar ne öğrenmek istediğine kendileri karar
vermelilerdi, seçkinlerin onlar adına seçtikleri şeylerin pek çoğu
hiçbir işlerine yaramıyordu… Aslında mutlu olabilirdi; eğer hala bir
“seçkinci” olmasaydı… Eğer hala büyük paralarla kumar oynamasaydı… Ve
eğer hala bir günahkâr olmasaydı… Tolstoy, tıpkı o sanat çevresinden
nefret ettiği gibi kendinden de nefret ediyordu. 1859’a kadar beş kitap
daha yazan
ve Barış, Anna Karenina, Diriliş romanlarının büyük Rus yazarı Tolstoy,
Hıristiyanlıktaki dogmaları eleştirdiği makaleleri nedeniyle 1901
yılında kilise tarafından aforoz edildi.
Kendi
çelişkilerini yarattıklarına da mal etmiş bir tanrıydı o… yazmak,
kendini tedavi etmekti, içinden çıkamadığı konularda birden sonuçlara
varmaktı, kendinden haberler vermekti başkalarına; acılarını,
mutluluklarını, hayata dair fikirlerini, dine bakınışını, ruhunun
olabildiğince ortalığa sermeye çalıştığı iyiliğini ve kötülüğünü, zevke
düşkünlüğü ve zevke düşkünlüğe karşı duyduğu nefreti, tutkularını ve
saplantılarını, hoşlandıklarını ve tiksindiklerini ya da hoşlanırken
tiksindiklerini anlatmaktı işte düpedüz… Herkes onu “insan ruhunun
doktoru” olarak tanımlasa da o, en çok kendi ruhunun doktorluğunu
yapıyordu aslında… Geçmişinde pek çok savaş kahramanı, ayrılıkçı
devrimci ve siyasi sürgün bulunan varlıklı ve soylu bir ailenin, henüz
iki yaşındayken annesini ve dokuz yaşındayken de babasını kaybetmesinin
ardından diğer dört kardeşiyle birlikte teyzeleri tarafından
yetiştirilen çocuğuydu Lev… Daha küçük bir çocuk olduğu sıralarda
etrafındaki insanların her birine “insanın ruhuna sızan ve oradaki her
ayrıntıyı görebilen” bakışlarla bakan Lev, okuma yazma öğrenir öğrenmez
Tanrısal bir dürtüye teslim olmuşçasına bunları kağıtlara aktarmaya
başlamıştı. Sahip olduğu muazzam gözlem yeteneği sayesinde başkaları
hakkında sezilmiş bunca bilginin arasında boğulur gibi oluyordu ama
düpedüz ağır bir hastalık gibiydi bu; kurtulmak istemekle
kurtulabileceği bir şey değildi… Lev Tolstoy’un zihnindeki o yıpratıcı
yoğunluk küçük yaşlarda başlamıştı belki; kaç çocuk kundaklandığı günü
bile anlatabilirdi sahi? Bu şaşırtıcı hafızasına rağmen çocuğun
dersleri iyi sayılmazdı: “ Sergey istiyor ve yapıyor; Dimitri istiyor
ama yapamıyor; Lev ise ne istiyor ne yapıyor” diyordu Tolstoy
kardeşleri tanıyanlar… Kazan’ da okuduğu bu yıllarda hayatı boyunca
silkinip yakasını kurtaramayacağı o büyük yalnızlıkla tanışmıştı; içine
düştüğü boşluğu doldurmak için bir yıl içinde, bir Stoacı olup bedensel
işkenceler yapmıştı kendine ya da bir Epikürcü olup keşfettiği hazların
derinliğinde her zamankinden daha sık nefesler almıştı. Tüm arayışların
sonunda inandığı her şeyi kaybetmiş, hatta inancın kendisine “
ezberletilmiş” olduğunu fark ederek bunları sorgulamaya başlamıştı.
“Tanrıyı yadsımıyordum. Ama hangi tanrıyı? Bilmiyordum. İsa’yı ve
öğretisini de yadsımıyordum ama bu öğreti neydi, söyleyemezdim”
diyecekti yıllar sonra yazacağı itirafnamesinde… Genç Lev, aynalarda
gördüğü çirkin yüzünü ancak “olunması gerektiği bir adam” olursa
beğenileceği düşüncesiyle, olunması gerektiği gibi bir adam olabilmek
için kumar oynamaya, eline geçen tüm parayı etrafa saçmaya ve
borçlanmaya başladı… Yeniden, sadece zevklerin ön planda olduğu lüks
bir hayat kurdu kendine… Ama bir yandan da o mikroskobik bakışlarıyla
ruhunu bir camın üzerine yatırıyor ve olağanca dürüstlüğüyle kendini
inceliyordu: Baktığı ruhta günahları görüyordu, kötülük arzularını,
“insanca” denilerek sonsuz bir affa uğrayan zaaflarını ve hırslarını…
İçindeki mahkeme salonunda yargıladığı benliğini aşağılarken aslında
iyi biri olmak istediğini, birilerine iyilik yapmak için arabasını
satmayı, servetinin bir kısmını yoksullara dağıtmayı düşündüğünü tekrar
ediyor ve bu aşağılayıcı mahkemenin bitiminde “ bir hayvan gibi
yaşadığı, çürüdüğü” sonucuna varıyordu. Çelişkilerinin onu kemirdiğini,
ruhunda onarılması çok zor gedikler açtığını gördükten sonra yapmakta
ve yaşamakta olduğu her şeyden tiksinip hukuk eğitimini de yarıda
bırakarak doğduğu yere İasnaya-Poliana’ya geri döndü. Bu defa iyilik
takıntısı halinde kendini göstermişti bunalım; yakın zamanın seçkinci
genci, halka yakın durmaya, onları korumaya çalışıyor, hatta kendisini
halkın eğitimine adamak istiyordu. Eve döndükten dört gün kadar sonra
seçkin kesimden usandığı kadar halktan da usanmıştı; kumar oynamaya da
devam ettiğinden yeniden borçlanmıştı ve artık alacaklıları tarafından
sıkıştırılıyordu da… Çözüm, her sıkıldığında yaptığı gibi gitmekti
yine… Lev, Kafkasya’da cephede olan kardeşi Nikolay’ın yanına giderek
orduya katıldı. Orduda
olduğu dönemde ruhundaki büyük boşluğun ancak dua ederek dolduğunu
hissetmişti. Orduda savaştığı bu zamanlarda sadece görünen düşmanlarla
değil, kendisini kemiren tutkularıyla, kumarla, haz düşkünlüğüyle ve
gereksiz gururuyla da savaştı. Ve Lev daha farklı bir amaçla yazıyordu
bir yandan da… 1851’de Tiflis’te hastalığı nedeniyle askerlik görevine
ara verdiği sırada yazmaya başlayarak ertesi yıl Kafkasya’da
tamamladığı Çocukluk adlı anı kitabını, imzasız olarak ünlü Sovremennik
dergisine göndermişti. Kitap, dergide yayımlandıktan hemen sonra
edebiyat âleminin yeni tanrısının doğum çığlıkları yankılanıyordu
Rusya’da ve Avrupa’da… Sonraki iki yıl içinde Bir Beyzadenin Sabahı,
Akın, Delikanlılık adlı kitapları da yayımlandı. Yine bir anı derlemesi
olan Delikanlılık’ta, Çocukluk’a oranla daha gerçekçi ve samimi
üslubuyla dikkat çekti; bu defa kendi ruhunu da tüm bunalımı ve
melankolisiyle ortaya koymuştu Tolstoy… Akın’ın yazılışının ardından
Osmanlı’ya açılan savaş nedeniyle önce Romanya ordusuna atanan sonra da
Kırım’a geçen yazar, 1854’te Sivastopol’e gitti. Bu cephede, hayatının
ilerleyen dönemlerinde pişmanlık duyacağı şeylere bir yenisini daha
ekledi; savaşın insanı insanlıktan çıkararak adeta bir ölüm makinesi
haline getirdiği herkes gibi Tolstoy da birilerini öldürüyordu, hatta
ölümleri seyrediyordu bazen, aklı karışıyordu yeniden, tüm
karmaşalarını yazıyordu sonra, anlatarak uzaklaşmaya, yaşadıklarından
kurtulmaya çalışıyordu. İşte bu sıralarda cephe gecelerinin
karanlığında yazdığı Kafkasya öyküleriyle de (Akın, Ormanda Kesim,
Moskovalı Bir Tanıdıkla Karşılaşma, Kazaklar) yeni edindiği yerini
iyice sağlamlaştırdı. “Gençlik” adıyla yayımlamayı tasarladığı bir
kitap üzerinde çalışmaya başladıysa da birdenbire savaş anılarından
oluşan Sivastopol Hikâyeleri’ni yazmaya başladığından bu kitabı
tamamlayamadı. Yoğun bir lirizmle sarsan Sivastopol Hikâyeleri’nin ilk
bölümünü okuyan çariçe kitabı bitirdikten sonra ağlamıştı; çar da
kitabın Fransızcaya çevrilmesini ve yazarının cepheden alınarak daha
güvenli bir yere yerleştirilmesini emretmişti… Cepheden alınan Tolstoy,
1855’te büyük bir yazar ve savaş kahramanı olarak Petersburg’daki sanat
çevresine girmişti. Ama burada da mutlu değildi, her şeyi bildiklerini
düşünen bu insanların yapmacıklığı, neredeyse yapışkan tavırları
Tolstoy’u bunaltmıştı. Özellikle Turgenyev’in aşırı ilgisiyle
karşılaşan Tolstoy, kendisinin de reddetmediği genel olarak kabul
edilmiş fikirlere karşı yeni çevresini rahatsız ediyordu. Daha ilk
karşılaşmalarında tartıştığı Turgenyev, onun, gerçeği söylemediğini
düşündüğü insanları azarlama alışkanlığının tatsızlığından
bahsediyordu. İkisi anlaşamıyorlardı da zaten, her ne kadar
birbirlerinin sanatlarına saygı duysalar da tamamen farklı insanlardı
çünkü… Asıl kavga Turgenyev’in, kızının yaptığı iyilikleri anlattığı
zaman yaşandı. “Yüksek” çevrelerin iyilikseverliklerini ortaya
dökmelerinden hiçbir zaman hoşlanmamış olan Tolstoy bu durumu oldukça
kaba bir durumda eleştirince, Turgenyev tarafından “tokatlanmakla”
tehdit edilmişti; kontrolden çıkan Tolstoy da onu düelloya çağırmıştı.
Turgenyev, sinirleri yatıştığında mektupla özür dilediyse de Tolstoy
onu affetmeyi reddedecek ve bu iki ünlü yazar arasındaki buzlar yirmi
yıl daha erimeyecekti… Bu olaydan sonra nerdeyse nefret ettiği bu
çevreden koptu ama sanatla ilişkisi de onlarınkine benzemişti, biraz…
Faydacı bir ilişkiydi bu; ona para, şöhret ve kadın sağlıyordu! Ancak
sonraki yıl çıktığı Avrupa gezisi sırasında, Paris’te tanık olduğu bir
idamla hayata bakış açısı değişti; yeniden bunalıma girdi: İlerlemek,
“şimdi”den beklediklerimizi sağlamıyordu, o yazarlar çevresi bir yalana
inanıyordu; işte Paris’in ortasında kanlı bir kafa, yere yığılan
vücudun hemen yanına düşüveriyordu! Neden yaşıyorduk o halde? Nasıl
yaşamalıydık? İyi olan neydi? Doğru olan neydi? Peki doğru olanı
belirleyen kriter neydi? O kriter gerçekten de doğru muydu? Tolstoy
yine köyüne döndü… Yine daha iyi biri olmak, köylülere yardım etmek,
onlar için yaşamak istiyordu. Bu defa onların eğitimiyle de
ilgilenecekti üstelik… Ne öğreteceğini bilmiyordu, nasıl öğreteceğini
de… Bunu öğrenmek için yeniden Avrupa’ya gitti ama oradaki sistemden de
hoşnut kalmadı. Asıl istediği daha “kendiliğinden” bir eğitimdi; onun
okulundaki çocuklar ne öğrenmek istediğine kendileri karar
vermelilerdi, seçkinlerin onlar adına seçtikleri şeylerin pek çoğu
hiçbir işlerine yaramıyordu… Aslında mutlu olabilirdi; eğer hala bir
“seçkinci” olmasaydı… Eğer hala büyük paralarla kumar oynamasaydı… Ve
eğer hala bir günahkâr olmasaydı… Tolstoy, tıpkı o sanat çevresinden
nefret ettiği gibi kendinden de nefret ediyordu. 1859’a kadar beş kitap
daha yazan