ALEVİ CANLAR FORUMU

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
ALEVİ CANLAR FORUMU

ALEVİ CANLAR FORUMU-TASAVVUF ARAŞTIRMA ,PAYLAŞIM

Mayıs 2024

PtsiSalıÇarş.Perş.CumaC.tesiPaz
  12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

Takvim Takvim


    Lev Nikolayeviç Tolstoy

    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Lev Nikolayeviç Tolstoy Empty Lev Nikolayeviç Tolstoy

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 15:07

    İNSAN RUHUNUN HASTA DOKTORUSavaş
    ve Barış, Anna Karenina, Diriliş romanlarının büyük Rus yazarı Tolstoy,
    Hıristiyanlıktaki dogmaları eleştirdiği makaleleri nedeniyle 1901
    yılında kilise tarafından aforoz edildi.


    Lev Nikolayeviç Tolstoy Tolstoy1Kendi
    çelişkilerini yarattıklarına da mal etmiş bir tanrıydı o… yazmak,
    kendini tedavi etmekti, içinden çıkamadığı konularda birden sonuçlara
    varmaktı, kendinden haberler vermekti başkalarına; acılarını,
    mutluluklarını, hayata dair fikirlerini, dine bakınışını, ruhunun
    olabildiğince ortalığa sermeye çalıştığı iyiliğini ve kötülüğünü, zevke
    düşkünlüğü ve zevke düşkünlüğe karşı duyduğu nefreti, tutkularını ve
    saplantılarını, hoşlandıklarını ve tiksindiklerini ya da hoşlanırken
    tiksindiklerini anlatmaktı işte düpedüz… Herkes onu “insan ruhunun
    doktoru” olarak tanımlasa da o, en çok kendi ruhunun doktorluğunu
    yapıyordu aslında… Geçmişinde pek çok savaş kahramanı, ayrılıkçı
    devrimci ve siyasi sürgün bulunan varlıklı ve soylu bir ailenin, henüz
    iki yaşındayken annesini ve dokuz yaşındayken de babasını kaybetmesinin
    ardından diğer dört kardeşiyle birlikte teyzeleri tarafından
    yetiştirilen çocuğuydu Lev… Daha küçük bir çocuk olduğu sıralarda
    etrafındaki insanların her birine “insanın ruhuna sızan ve oradaki her
    ayrıntıyı görebilen” bakışlarla bakan Lev, okuma yazma öğrenir öğrenmez
    Tanrısal bir dürtüye teslim olmuşçasına bunları kağıtlara aktarmaya
    başlamıştı. Sahip olduğu muazzam gözlem yeteneği sayesinde başkaları
    hakkında sezilmiş bunca bilginin arasında boğulur gibi oluyordu ama
    düpedüz ağır bir hastalık gibiydi bu; kurtulmak istemekle
    kurtulabileceği bir şey değildi… Lev Tolstoy’un zihnindeki o yıpratıcı
    yoğunluk küçük yaşlarda başlamıştı belki; kaç çocuk kundaklandığı günü
    bile anlatabilirdi sahi? Bu şaşırtıcı hafızasına rağmen çocuğun
    dersleri iyi sayılmazdı: “ Sergey istiyor ve yapıyor; Dimitri istiyor
    ama yapamıyor; Lev ise ne istiyor ne yapıyor” diyordu Tolstoy
    kardeşleri tanıyanlar… Kazan’ da okuduğu bu yıllarda hayatı boyunca
    silkinip yakasını kurtaramayacağı o büyük yalnızlıkla tanışmıştı; içine
    düştüğü boşluğu doldurmak için bir yıl içinde, bir Stoacı olup bedensel
    işkenceler yapmıştı kendine ya da bir Epikürcü olup keşfettiği hazların
    derinliğinde her zamankinden daha sık nefesler almıştı. Tüm arayışların
    sonunda inandığı her şeyi kaybetmiş, hatta inancın kendisine “
    ezberletilmiş” olduğunu fark ederek bunları sorgulamaya başlamıştı.
    “Tanrıyı yadsımıyordum. Ama hangi tanrıyı? Bilmiyordum. İsa’yı ve
    öğretisini de yadsımıyordum ama bu öğreti neydi, söyleyemezdim”
    diyecekti yıllar sonra yazacağı itirafnamesinde… Genç Lev, aynalarda
    gördüğü çirkin yüzünü ancak “olunması gerektiği bir adam” olursa
    beğenileceği düşüncesiyle, olunması gerektiği gibi bir adam olabilmek
    için kumar oynamaya, eline geçen tüm parayı etrafa saçmaya ve
    borçlanmaya başladı… Yeniden, sadece zevklerin ön planda olduğu lüks
    bir hayat kurdu kendine… Ama bir yandan da o mikroskobik bakışlarıyla
    ruhunu bir camın üzerine yatırıyor ve olağanca dürüstlüğüyle kendini
    inceliyordu: Baktığı ruhta günahları görüyordu, kötülük arzularını,
    “insanca” denilerek sonsuz bir affa uğrayan zaaflarını ve hırslarını…
    İçindeki mahkeme salonunda yargıladığı benliğini aşağılarken aslında
    iyi biri olmak istediğini, birilerine iyilik yapmak için arabasını
    satmayı, servetinin bir kısmını yoksullara dağıtmayı düşündüğünü tekrar
    ediyor ve bu aşağılayıcı mahkemenin bitiminde “ bir hayvan gibi
    yaşadığı, çürüdüğü” sonucuna varıyordu. Çelişkilerinin onu kemirdiğini,
    ruhunda onarılması çok zor gedikler açtığını gördükten sonra yapmakta
    ve yaşamakta olduğu her şeyden tiksinip hukuk eğitimini de yarıda
    bırakarak doğduğu yere İasnaya-Poliana’ya geri döndü. Bu defa iyilik
    takıntısı halinde kendini göstermişti bunalım; yakın zamanın seçkinci
    genci, halka yakın durmaya, onları korumaya çalışıyor, hatta kendisini
    halkın eğitimine adamak istiyordu. Eve döndükten dört gün kadar sonra
    seçkin kesimden usandığı kadar halktan da usanmıştı; kumar oynamaya da
    devam ettiğinden yeniden borçlanmıştı ve artık alacaklıları tarafından
    sıkıştırılıyordu da… Çözüm, her sıkıldığında yaptığı gibi gitmekti
    yine… Lev, Kafkasya’da cephede olan kardeşi Nikolay’ın yanına giderek
    orduya katıldı. Lev Nikolayeviç Tolstoy Tolstoy3Orduda
    olduğu dönemde ruhundaki büyük boşluğun ancak dua ederek dolduğunu
    hissetmişti. Orduda savaştığı bu zamanlarda sadece görünen düşmanlarla
    değil, kendisini kemiren tutkularıyla, kumarla, haz düşkünlüğüyle ve
    gereksiz gururuyla da savaştı. Ve Lev daha farklı bir amaçla yazıyordu
    bir yandan da… 1851’de Tiflis’te hastalığı nedeniyle askerlik görevine
    ara verdiği sırada yazmaya başlayarak ertesi yıl Kafkasya’da
    tamamladığı Çocukluk adlı anı kitabını, imzasız olarak ünlü Sovremennik
    dergisine göndermişti. Kitap, dergide yayımlandıktan hemen sonra
    edebiyat âleminin yeni tanrısının doğum çığlıkları yankılanıyordu
    Rusya’da ve Avrupa’da… Sonraki iki yıl içinde Bir Beyzadenin Sabahı,
    Akın, Delikanlılık adlı kitapları da yayımlandı. Yine bir anı derlemesi
    olan Delikanlılık’ta, Çocukluk’a oranla daha gerçekçi ve samimi
    üslubuyla dikkat çekti; bu defa kendi ruhunu da tüm bunalımı ve
    melankolisiyle ortaya koymuştu Tolstoy… Akın’ın yazılışının ardından
    Osmanlı’ya açılan savaş nedeniyle önce Romanya ordusuna atanan sonra da
    Kırım’a geçen yazar, 1854’te Sivastopol’e gitti. Bu cephede, hayatının
    ilerleyen dönemlerinde pişmanlık duyacağı şeylere bir yenisini daha
    ekledi; savaşın insanı insanlıktan çıkararak adeta bir ölüm makinesi
    haline getirdiği herkes gibi Tolstoy da birilerini öldürüyordu, hatta
    ölümleri seyrediyordu bazen, aklı karışıyordu yeniden, tüm
    karmaşalarını yazıyordu sonra, anlatarak uzaklaşmaya, yaşadıklarından
    kurtulmaya çalışıyordu. İşte bu sıralarda cephe gecelerinin
    karanlığında yazdığı Kafkasya öyküleriyle de (Akın, Ormanda Kesim,
    Moskovalı Bir Tanıdıkla Karşılaşma, Kazaklar) yeni edindiği yerini
    iyice sağlamlaştırdı. “Gençlik” adıyla yayımlamayı tasarladığı bir
    kitap üzerinde çalışmaya başladıysa da birdenbire savaş anılarından
    oluşan Sivastopol Hikâyeleri’ni yazmaya başladığından bu kitabı
    tamamlayamadı. Yoğun bir lirizmle sarsan Sivastopol Hikâyeleri’nin ilk
    bölümünü okuyan çariçe kitabı bitirdikten sonra ağlamıştı; çar da
    kitabın Fransızcaya çevrilmesini ve yazarının cepheden alınarak daha
    güvenli bir yere yerleştirilmesini emretmişti… Cepheden alınan Tolstoy,
    1855’te büyük bir yazar ve savaş kahramanı olarak Petersburg’daki sanat
    çevresine girmişti. Ama burada da mutlu değildi, her şeyi bildiklerini
    düşünen bu insanların yapmacıklığı, neredeyse yapışkan tavırları
    Tolstoy’u bunaltmıştı. Özellikle Turgenyev’in aşırı ilgisiyle
    karşılaşan Tolstoy, kendisinin de reddetmediği genel olarak kabul
    edilmiş fikirlere karşı yeni çevresini rahatsız ediyordu. Daha ilk
    karşılaşmalarında tartıştığı Turgenyev, onun, gerçeği söylemediğini
    düşündüğü insanları azarlama alışkanlığının tatsızlığından
    bahsediyordu. İkisi anlaşamıyorlardı da zaten, her ne kadar
    birbirlerinin sanatlarına saygı duysalar da tamamen farklı insanlardı
    çünkü… Asıl kavga Turgenyev’in, kızının yaptığı iyilikleri anlattığı
    zaman yaşandı. “Yüksek” çevrelerin iyilikseverliklerini ortaya
    dökmelerinden hiçbir zaman hoşlanmamış olan Tolstoy bu durumu oldukça
    kaba bir durumda eleştirince, Turgenyev tarafından “tokatlanmakla”
    tehdit edilmişti; kontrolden çıkan Tolstoy da onu düelloya çağırmıştı.
    Turgenyev, sinirleri yatıştığında mektupla özür dilediyse de Tolstoy
    onu affetmeyi reddedecek ve bu iki ünlü yazar arasındaki buzlar yirmi
    yıl daha erimeyecekti… Bu olaydan sonra nerdeyse nefret ettiği bu
    çevreden koptu ama sanatla ilişkisi de onlarınkine benzemişti, biraz…
    Faydacı bir ilişkiydi bu; ona para, şöhret ve kadın sağlıyordu! Ancak
    sonraki yıl çıktığı Avrupa gezisi sırasında, Paris’te tanık olduğu bir
    idamla hayata bakış açısı değişti; yeniden bunalıma girdi: İlerlemek,
    “şimdi”den beklediklerimizi sağlamıyordu, o yazarlar çevresi bir yalana
    inanıyordu; işte Paris’in ortasında kanlı bir kafa, yere yığılan
    vücudun hemen yanına düşüveriyordu! Neden yaşıyorduk o halde? Nasıl
    yaşamalıydık? İyi olan neydi? Doğru olan neydi? Peki doğru olanı
    belirleyen kriter neydi? O kriter gerçekten de doğru muydu? Tolstoy
    yine köyüne döndü… Yine daha iyi biri olmak, köylülere yardım etmek,
    onlar için yaşamak istiyordu. Bu defa onların eğitimiyle de
    ilgilenecekti üstelik… Ne öğreteceğini bilmiyordu, nasıl öğreteceğini
    de… Bunu öğrenmek için yeniden Avrupa’ya gitti ama oradaki sistemden de
    hoşnut kalmadı. Asıl istediği daha “kendiliğinden” bir eğitimdi; onun
    okulundaki çocuklar ne öğrenmek istediğine kendileri karar
    vermelilerdi, seçkinlerin onlar adına seçtikleri şeylerin pek çoğu
    hiçbir işlerine yaramıyordu… Aslında mutlu olabilirdi; eğer hala bir
    “seçkinci” olmasaydı… Eğer hala büyük paralarla kumar oynamasaydı… Ve
    eğer hala bir günahkâr olmasaydı… Tolstoy, tıpkı o sanat çevresinden
    nefret ettiği gibi kendinden de nefret ediyordu. 1859’a kadar beş kitap
    daha yazan
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Lev Nikolayeviç Tolstoy Empty Geri: Lev Nikolayeviç Tolstoy

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 15:08

    Tolstoy’un o yılki eseri Evlilik Mutluluğu’ydu. Bu kitap
    için, uzun zamandır tanıdığı Bers ailesinin ikinci kızına duyduğu
    aşktan yola çıkmıştı. Çocukken kızın annesine âşıktı ve kadını kızından
    kıskandığı için dokuz yaşındaki kızı balkondan aşağı itmişti. Bu
    nedenle bir süre topallayan kız, şimdi on yedi yaşına girmişti ve
    otuzlu yaşlarını süren Tolstoy, kıza baktıkça ona aşkını itiraf
    etmekten vazgeçiyordu. Yaşlıydı o, yorgundu; yıpranmış ruhu, kendisinin
    kıza layık olmadığını söylüyordu sürekli… Üç yıl boyunca birbirlerine
    bakarak susan, bekleyen Tolstoy ile genç kız, yazarın Anna Karenina’da
    anlattığı şekilde aşklarını itiraf ettiler; tahta bir masanın üzerine
    tebeşirle bir şeyler yazarak… Yaptığı her kötülükten anlatarak
    arınacağını düşünen Tolstoy, kıza günlüğünü vererek tüm günahlarını
    kızın önüne serdiğinde terk edilmekten korktuysa da çift 1862’de
    evlendi. Genç kontes kısa zamanda “tam bir yazar eşi” olduğunu
    ispatladı, kimi zaman kocasının söylediklerini yazdı, kimi zamansa
    müsveddelerini düzenledi, kocasını sanatı öldürmekle suçladığı “din
    iblisinden” uzak tutmaya çalıştı, onun ütopik toplumcu fikirlerini
    gerçekleştirmesini engellemeye çalıştı. Tolstoy, evliliğinin üzerinden
    15 yıl geçtikten sonra huzursuzlanmaya başlamıştı. “Çağdaş İliada”
    olarak tanımlanan Savaş ve Barış adlı romanının yayınlanmasından sonra
    çıkan gürültünün ertesinde yeniden bunalıma girmişti. Sıcak bir mağara
    gibi gördüğü ve adeta gizlendiği çalışma odasında günlerce kalıyor,
    kontesin sinirine dokunan bir biçimde toplumcu, ütopik, dini olan her
    şeyle ilgileniyor ve bunlar hakkında yazıyordu. Bu arada hastalandı;
    mallarını satıp İngiltere’de yaşamayı düşündü. Sonunda tüm bunlara çok
    üzülen kontesi mutlu etmek için Anna Karenina’ya başladı. Savaş ve
    Barış’tan sekiz yıl sonra yayınlanan Anna Karenina’yı çok zor
    bitirmişti, bu romanın yazımı sırasında karısı hastalanmıştı, üç
    çocuğunu kaybetmişti; yapayalnız ve acı dolu Tolstoy, olgunluğunu
    taçlandıracak olan ama kendisinin bir lanet gibi görerek nefret ettiği
    bu kitabın karakterlerinden olan Levin’e de belki bu yalnızlık ve acı
    yüzünden neredeyse kendi hayatını vermişti. Tolstoy, tıpkı Savaş ve
    Barış’ta olduğu gibi, Anna Karenina’yı yazdıktan sonra da yeni ve
    hepsinden ağır bir bunalıma girdi. Bir insanın sahip olabileceği her
    şeye sahipti, inanç dışında… Orduyu bırakırken inancı da bırakmıştı
    sanki ve şimdi, bu bunalımın çok derinlerde bir yerdeyken ancak tanrıya
    dua ettiği zamanlarda gerçekten yaşadığını hissetmeye başlamıştı. Üç
    yıl boyunca kilisenin emrettiği kuralların tamamına uygun bir şekilde
    yaşadı. Hiçbir şeye sorgulamadan inanamayacağından tanrıya ulaşmanın
    yolu gibi görünen Kilise’yi de sorguladı, bu konuda kitaplar yazdı ama
    din sorgulanmazdı işte; tüm bu iyi niyetli çabaları, inanılmaz bir
    tepkiyle, tehditlerle sonuçlanacaktı! O, tanrıya inanmış ancak İsa’nın
    tanrıya denk tutulmasını anlaşılmaz bir ihanet saymıştı. Kilise için
    ise asıl ihanet buydu! Sonraki yılları da bunalımlarla, ruhundan taşan
    acılarla, intihar arzusuyla geçti; Kontes, “gözleri bir tuhaf,
    kımıltısız” diyordu, “hemen hemen hiç konuşmuyor, sanki bu dünyada
    değil”… İşte bu dönemde karı koca bir ayrılık yaşadılar ama dayanamayıp
    bir araya geldiler; yine de karşılıklı feragatlerin gölgesinde can
    çekişen bir hayvanın acıklı sancılarıyla kıvranan ilişkileri, kalan
    otuz yıl boyunca bir daha asla eski sıcaklığına
    bürünemedi.Kavgalarından yirmi yıl sonra bu çaresiz, bu karanlık ve
    yalnız dönemlerinde Turgenyev’den de özür diledi; ölmek isteyen birinin
    affedilme arzusuydu bu… Ölüm döşeğinde bile olsa Tolstoy’a mektup
    yazdırıp yeniden edebiyata dönmesi için ona yalvaran Turgenyev bu
    dileğinin gerçekleştiğini görememişti. Onun ölümünün ertesi yılında
    Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü adlı unutulmaz eserini yazmaya başladı.
    1886’da yayımlanan bu eserle edebi hayatında yeni bir döneme girmişti,
    sonraki yıllar içinde ardı ardına kitaplar yazacak ve bunlar arasında
    özellikle kadınları çok fazla aşağılayan bir eser olmasından dolayı
    Nobel jürisinin Tolstoy’a ödül vermemesinin sebebi olarak gösterdiği
    Kroyçer Sonat ile onun vasiyeti olarak değerlendirilen ve içinde yer
    alan bir ayin sahnesi bahane edilerek Kilise’den aforoz edilmesine
    neden olan Diriliş, dünya edebiyat tarihinin en seçkin eserleri
    arasındaki yerlerini alacaktı. 1900 yılından itibaren yazdıklarını
    tamamlayamayan yazarın bu eserleri arasında olduğu iddia edilen Hz.
    Muhammed Risalesi, ölümünden yıllar sonra ortaya çıkacak ve kitleleri
    şaşkına çevirecekti. Halkların kurtuluşu için mal sahipliğini, devleti
    ve kiliseyi ortadan kaldırmak gerektiğini yazan Tolstoy’un ülkesiyle
    ilgili öngörüleri de 1905 Komünist Ekim Devrimi’yle doğrulanacaktı. Bu
    yıllarda ailesinden yana da aynı türden bir hayal kırıklığı da
    duyacaktı üstelik! Üç kızı dışındaki bütün evlatları inançsızdı ve
    ailenin erkek çocukları onunla birlikte yemek yedikleri masada onun
    söylediklerine gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. Tolstoy,
    gençliğinde yaptığı gibi yine gitmek istiyordu. Kontese bir veda
    mektubu yazdı bunun için ama onu gördüğü anda gidemeyeceğine karar
    vererek, üzerine ölümden sonra kendisine teslim edilmesi için kontesin
    adını yazdığı zarfı, bir çekmeceye kilitledi. Bundan üç yıl sonra bu
    evde yaşamaya artık daha fazla dayanamayacağını hissettiği bir gecenin
    sabahında yanına doktorunu da alıp gizlice yola çıktı. İki gün sonra
    bulunduğu köye gelen en sevdiği kızı, ailesinin onun yerini bildiğini
    ve yola çıkacaklarını haber verdi. Tolstoy, doktorla birlikte kızını da
    yanına alıp yeniden yola çıktı. Belki İstanbul’a belki de Sırbistan’a
    gidecekti, bu bilinmiyor. Bilinen tek şey, yolda hastalandı, trenin
    kalkacağı Astapova istasyonunda yatırıldığı ve sonradan taşındığı evde
    ölümü beklediğiydi. Kilisenin, hükümetin ve çarın yeniden dine
    dönmesine dair baskılarıyla bunalıp o zamana dek yaşadığı hayattan ve
    ailesinden vazgeçerek yollara düşen Kont Lev Tolstoy, ölmeden önce
    “yeryüzünde acı çeken milyonlarca insan var, neden hepiniz bir tek Lev
    Tolstoy’la ilgileniyorsunuz?” diyerek ağlamıştı. Bir tanrı gibi ölmüştü
    sonra… Ve bir tanrı gibi yaşıyor hala… Lev Nikolayeviç Tolstoy Tolstoy2 Kroyçer
    Sonat’tan (…) “Sevgi mi? Sevgi, bir erkeği ya da kadını geri kalan tüm
    erkeklere ya da kadınlara yeğlemektir.”Kır saçlı adam,“Ne kadar zaman
    için yeğlemek?” dedi. Gülmeye başladı. “Bir ay için mi, iki gün için
    mi, yoksa yarım saat için mi?” (…) “Ne kadar süreceği mi? diye sordu.
    “Uzun bir süre için, kimi zaman bir bütün ömür boyu…”“Evet ama böyle
    şeyler romanlarda olur ancak, gerçek yaşamda olmaz. Gerçek yaşamda bu
    bir kişiyi geri kalan tüm kişilere yeğ tutma işi genelde bir yıllığına
    olur, çok seyrek de en çok birkaç aylığına ya da birkaç haftalığın,
    birkaç günlüğüne, birkaç saatliğine…” (…) “Evet efendim, biliyorum…
    Sizler olağan bir şeyden, bense gerçekte var olan bir şeyden söz
    ediyoruz. Her erkek, sizlerin sevgi, aşk dediğiniz şeyi her güzel
    kadına duyabilir.”“Ah, korkunç bir şey sizin bu söylediğiniz… Ama aşk
    dediğimiz, aylar değil, yıllar değil, bütün bir ömür süren o duygu
    vardır insanlar arasında.” (…)

      Forum Saati Perş. Mayıs 02 2024, 06:15