XIX. yüzyılda başlayan, gerçeği ve doğayı değiştirmeden, olduğu gibi çirkinlikleri, bayağılıklarıyla yansıtmayı amaçlayan sanat ve edebiyat akımı.Bu akımı besleyen ya da oluşumunu hazırlayan temel düşünceler nelerdir? Hangi yazarlar yapıt ve yaratılarında bu sanat ve edebiyat akımının getirdiği ilkelere bağlı kalmıştır? Ana çizgileriyle bu sorunların yanıtını görelim. Gerçekçilik (realizm) akımı, toplumu incelemek,toplum ve ınsan gerçeklerini aldatmacasız bir biçimde yansıtmak, eleştirmke düşüncesinden kaynaklanmıştır. Akımın oluşmasında bu yüzyılda doğan olguculuk (positivisme) felsefesinin büyük payı olmuştur. Şöyle ki olguculuk araştırmalarını olgulara, gerçeklere dayayan, fizikötesi açıklamaları kurumsal olarak olanaksız, kılgısal olarak yararsız gören; deneyle denetlenmeyen soruları sözde soru olarak niteleyen bir görüş getirmiştir.XIX. yüzyılın ikinci yarısını derinden etkilemiştir bu görüş. Doğal olarak edebiyeta da yansımıştır. Araştırma, gözlemleme; olay ve olguları ortaya çıkış, gelişiş süreci içinde değerlendirme sanatçıların tuttukları bir yol olmuştur.
Sanat ve edebiyatta akımların başlayış ve bitişleri kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaz. Bir akım varlığını sürdürürken onun yanı başında bir başka akım da oluşup gelişir. Nitekim Fransız romancısı Honore de Balzac(1799-1850) Romantizm akımının egemen olduğu yıllarda yaşamasına karşın gerçekçiliğin öncüsü ve kurucusu olmuştur. «Bir kitap yazmadan önce yazar, ya karakterleri çözümlemeli, bütün törelerin içine girmeli, dünyayı gezmeli, bütün tutkuların yaşantısına katılmalı; ya da tutkular, ülkeler,töreler karakterleri, doğal olgular, ahlak olguları, bütün bunların hepsi yazarın zihninden geçmelidir» diyen Balzac, bu doğrultuda davranmıştır.Bireyin yaşamıyla toplum yaşamını, tarihle toplum gerçeğini bir bütün içinde çizmeyi ve yansıtmayı içermiştir. Eugenie Grandet, Goriot Baba, Vadideki Zambak, Cesar Birotteau, la Cusine Bette, le Cusin Pons adlı romalarında dönemine eleştirel bir ayna tutmuştur. Dönemini ve içinde yaşadığı toplumu bir tarihçi tutumuyla incelemiş; insanların ilişkilerini yozlaştıran onları acıklı durumlara düşüren etkenleri göstermeye çalışmıştır. Bunu yaparken kentsoylu topluma, anamalcı düzene karşı’eleştirel bir tavır takınmıştır. Tam bir gözlemcilikle «töreleri, görenekleri, alışkanlıkları, zevkleri bilimsel buluşları, mali ve banka işlemleri, ipotek işleri, toprak alışverişleri hukuki işleri içinde hukuk kurumlarını, Kilise devlet arasındaki ilişkileri miras yollarını ve ekonomik yasamayı inceleyerek ve süslü salonları, tefecilerin odalarını, şehirde ayaktakımının yaşadığı yerleri, kırsal Fransal’nın töre ve ahlakını» yansıtmıştır. Bunları toplumsal tipleştirmeye başvurarak toplum çözümlemesine giderek çizmiştir. Böylece, Dünya edebiyatında dev romancılardan biri olmuştur Balzac.
Balzac gibi, Henri Beyle Stendhal de (1783-1842) Coşumculuk döneminde yaşamasına karşın Gerçekçiliğin öncüleri ve kurucuları arasında yer almıştır. «Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir» düşüncesinden kalkarak döneminin çelişkilerini, insan ve toplum ilişkilerini kuru denilecek denli, yalın ve süssüz bir anlatımla vermiştir romanlarında, öykülerinde. Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı .gibi romanlarında savaşı, sevgiyi. kiliseye karşı duyulan nefreti insan açısmdan gerçekçi bir biçimde ele almıştır. Bu yapıtlarında insan duygularının ve tutkularının derin bir çözümlenmesini yapmıştır. Gerçekçiliğin ana ilkesi olan insanı toplumsal çevresiyle birlikte alma ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Toplumsal çeverenin insanın ruhsal evreni üzerindeki etkilerini göstermiştir. Julien Sorel Mösyö de Renal, Fabrice, Kont Mosca gibi roman kahramanlarının ruhsal zenginlikleri, çok değişik nitelikleri kendilerinde toplayışları onun bu sağlıklı tutumundan ileri gelir. O, roman ve öykülerde çizilecek karakterlerin canlılığını, yaşarlığını; bunların, toplumsal çevrenin ve durumların ürünü olmasına bağlı görmüştür. Bu anlayış ve uygulamasıyla, romana getirdiği iç konuşma (iç monolog) yöntemiyle (bkz. İç konuşma) çağdaş romancılığın babası olmuştur Stendhal. Romanlarının Dünya edebiyatının temel ya pıtları arasında yer alışının bir nedeni de budur.
Gerçekçilik akımının temel yapıtaşlarından biri de Gustave Flaubet’dir(1821-1880). Madam Bovary,Salambo, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye… gibi yapıtlarıyla hem Dünya, hem de Fransız edebiyatının büyük yazarları arasında yer almıştır Flaubert. Yapıtlarında kişiliğini gizlemiş, kahramanlarmın duygu ve düşüncelerini gözlemci bir gerçekçilikle çözümlemiş, bunların yaşamdakilere benzer olmasına özen göstermiştir. Balzac ve Stendhal’den ayrı bir tutumla toplumun anatomisini çizme yerine, toplumsal yapının etkisiyle oluşan insanlık durumlarma eğilmiştir. Örneğin, onun ünlü gücünü ve mutluluk özlemlerini nasıl tükettiğini» gösterir bize. Bunu, gerçilik akımının temel ilkelerinden biri olan yaşam çözümlemesi ve tipleştirme yöntemiyle gerçekleştirmiştir. Romanın kahramanı Emma ve Charles Bovary’yi unutamıyorsak; onların acılarını, düşlerini, pişmanlıklarını kınlan onurlarını, kalabalık içindeki yalnızlıklarını okurken bugün de duyabiliyorsak, bunların ustaca tipleştirilmesindendir.
Gerçekçilik akımı adlarını ve kimi yapıtlarını andığımız bu üç edebiyat devinin yapıtlarıyla oluşmuş, boyutlanmıştır Fransız edebiyatında. Bu boyutlanmayı İngiliz edebiyatında Pickwick’in Kâğıtları, Oliver Twist, Nicholas Nickleby, Antika Dükkânı, David Copperfield, Büyük Ümitler...adlı romanlarıyla oluşturan Charles Dickens (1812-1870) Gerçekçiliğin usta adları arasında yer almıştır. Özellikle karakterleri çizmede büyük bir ustalık göstermiştir Dickens. Kişilerin soyut bir yönünü değil, davranışlarını belirleyen toplumsal çevrelerini ele almıştır. Nesnel dünyaları içinde göstermiştir onları. Ayrıntıya, gözleme, insan doğasını değişik yönleriyle yansıtmaya çalışmıştır. Bunu yaparken insanlar arasındaki sınıfsal çatışmaları da vermiştir.Örneğin, OliverTwist’te varsıllarla yoksullar arasındaki dengesizliğe ayna tutmuş, çocukluğundan beri yakından tanıdığı yoksul kesimlerin dertlerini ve sıkıntılarını dile getirmiştir.
Dickens gibi, kişileri nesnel dünyadan soyutlamayan, onların hem ruhsal hem de topumsal çevrelerini gözlemci bir gerçekçilikle yansıtan; Adam Bede, Silas Marner, Romola adlı romanlarıyla İngiliz edebiyatında özgün bir yeri olan George Eliot da (1819-1880) gerçekçi akım içinde yer almış
yazarlardandır. Öte yandan Çılgın Kalabalıktan Uzak, Yerlinin Dönüşü, Casterbridge Belediye Başkanı adlı romanlarında dümdüz, yalın bir anlatımla insan gerçeğini ayrıntılarla çizen Thomas Hardy (1840-1928); insanların tutkularım, sevgi ve iyilikle dengelemeye çalışan, bunu Jane Eyre,Rüzgarlı Bayır romanlarıyla somutlayan Charlotte Bronte (1816-1855); Define Adası, Doktor Jekyll ile Mr. Hyde gibi serüven romanlarıyla tanınmış olan Robert Louis Stevenson da (1850-1894) Gerçekçilik akımı içinde anacağımız adlardandır. Yine yapıtlarını toplum ve ekonomik sorunların bireyler üzerindeki etkilerini göstermeye adayan, kahramanlarım büyük ölçüde halkın dertlerini dile getirmede sözcü olarak çizen ve Candida, Sezar ve Kleopatra, Ermiş Jeanne adlı oyunlarıyla Dünya edebiyatında yaşarlığını koruyan Bernard Shaw da (1856-1950) Gerçekçiliğin büyük adlarından biridir.
Amerikan edebiyatında ise Gerçekçilikle Coşumculuk iç içe gelişmiştir.Washington Irving (1783-1859), Edgar Allan Poe (1809-1849), Walt Whitman (1819-1892), James Fenimore Cooper (1789-1854)... gibi katkısız coşumcuları bir yana bırakırsak, yapıtlarında gerçekçi ve coşumcu öğeleri dengeli bir biçimde kullanan iki önemli yazar vardır. Bunlardan biri Nathaniel Hawthorne‘dur (1804-1864). Kızıl Harf, Yedi Çatılı Ev adlı romanlarında insanların toplumsal koşullar altında içine düştükleri ruhsal çatışmaları yansıtmıştır.İkincisiyse insanoğlunun kötülükle, daha doğrusu doğanın kötü güçleriyle savaşını Moby Dick romanıyla destanlaştıran Herman Melville’di(1819-1891). Bu iki yazarın çizgisinde Misisipi’de Hayat, T om Sawyer’in Maceraları, Huckleberry Finn’in Maceraları adlı yapıtlarıyla Mark Twain (1835-1910); Kumrunun Kanatları, Bir Hanımın Portresi, Elçiler adlı kitaplarıyla Henry James (1843-1916); değişik konularda yazdığı öykülerle O.Henry (1862-1910); Küçük Kadınlar adlı romanıyla Louise May Alcott(1832- 1898) sürdürmüşlerdir Gerçekçilik akımını.
Gerçekçilik akımının Dünya edebiyatında önemli izler bırakmış ürünlerine Rus edebiyatında da rastlıyoruz. Bu ürünleri veren adların başında roman, öykü ve oyun türlerinde yapıtlar vermiş olan Nikolai Gogol(1809-1852) gelmektedir. Yapıtlarında toplumun çürümüş ve aksak yanlarını işlemistir. Alaycı, yergici bir tutumla yansıtmıştır bunları. Rus edebiyatının olduğu kadar, Dünya edebiyatının da büyük güldürülerinden biri olan Müfettiş, bir taşra kasabasının bürokratik yaşamına yöneltilmiş buruk bir taşlamadır. Oyunun kahramanı Hlestakov, parasız, pulsuz kendimce canlı gözlemleri olan bir gençtir. Müfettiş bekleyen bir kasabaya gider, müfettiş olarak tanıtır kendini. Kasabanın yöneticileri, önde gelenlerinin içinde bulunduğu kirli durumlardan yararlanmasını bilerek kısa zamanıda paraya, saygınlığa ve aşka kavuşur. Bu yalın konuyu canlı bir taşlama toplumsal bir yergi durumuna getirmiştir Gogol. Ölü Canlar romanı ise toprak köleliğinin hüküm sürdüğü Çarlık Rusya’sına tutulmuş bir ayına gibidir. Romanında tipleştirdiği, ölü canlar satın alarak kendini zengin göstermeye çalışan Çiçikov’un çevirdiği dolaplar tam bir gerçekçilikle çizilmiştir. Karakterlerin çizimindeki bu gerçekçiliği, onun Mirgorot Hikayeleri’ndeki kahramanların verilişinde de görürüz. Taraş Bulba destan niteliği ağır basan tarihsel romandır.
Gerçekçilik akımı içinde Rus romancısı Lev Nikolayeviç Tolstoy’un (1828 -1910) özgün bir yeri vardır.Denilebilir ki, insanların yaşamı tüm somut ayrıntılarıyla, her türlü yapaylıktan uzak, yalın bir anlatımla Tolstoy’un yapıtlarında işlenmiştir. Dünya edebiyatının anıt romanları arasında yer alan Harp ve Sulh, Anna Karenina, Ölümden Sonra Dirilme,İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat... gibi yapıtlarında, halk yığınlarının, özellikle de köylü kesiminin yaşayış ve düşünüş biçimini tam bir gerçekçilikle yansıtmıştır. Yaşamın akışını keskin bir gözlem gücüyle değerlendirmiş; yığınlar arasındaki didişmeleri, kişisel dramları, töresel aldatmacılıkları, köy ve köylü dünyasının küçük ayrıntılarını destansı bir dille anlatmıştır. Halk yığınları toplumsal ve ruhsal değerleriyle algılanmıştır onun romanlarında. Daha doğrusu içten tanımıştır halkı. Onların bilincini yönlendiren etkenleri çok iyi gözlemlemiştir. Başarısı da bu etkenleri romanlarının olay örgüsü içinde ustalıkla eritmesinden doğmuştur. Kişilerin ruhsal çözümlenmesiyle toplumsal çözümleme arasında sağlıklı bir denge kurmuş, yer yer eleştirel bir bakışla sürdürmüştür bu çözümlemelerini. Tolstoy’un, halk kitlelerini çizmede başvurduğu bu gerçekçi yaklaşım, Dünya edebiyatında birçok sanatçıyı etkilemiş. Çağdaş ve Toplumcu gerçekçiliğin doğuşuna olanaklar sağlamıştır. Çünkü, Çağdaş ve Toplumcu gerçekçiliğin çıkış noktası olan insanı ve toplumu değiştirme yöneliminin tohumları Tolstoy’un yapıtlarında vardır. Örneğin, Hacı Murat romanında Çar Nikola’nın ruhsal çözümlenmesi, onun karakterindeki değişimin vurgulanması, aldatmacaya sığınışın gösterilmesi gerçekte baskıcılığın (despotizmin) de irdelenip eleştirilmesidir. ivan İlyiç’in Ölümü’nde de İlyiç’in kendi kendisiyle hesaplaşması, iç dünyasının ayrıntılı bir biçimde sergilenişi, bundan da öte İlyiç’in zalim bir toplum düzeninin temsilcisi oluşu topluma, toplumdaki eşitsizliğe yöneltilmiş bir eleştiridir. Kestirmeden söylemek gerekirse Tolstoy, kişilerin ruhsal çözümlemelerini, toplumdaki dengesizlikleri, eşitsizlikleri yansıtmada bir araç olarak kullanmıştır. Bu da onu çağdaşlarından ve öbür gerçekçilerden ayıran bir üstünlük sayılabilir. Nitekim Tolstoy’un bu yönü kendisinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkilemiştir. Bilinç akımı (bkz. Bilinç akımı tekniği) diye adlandırılan Proust ve Joyce gibi romancılarca kullanılan iç konuşma tekniğini işlevsel yönden yerli yerinde .kullanmanın ilk örneğini Tolstoy vermiştir.Ayrıca karakterleri çizmede, romandaki kişilerin çizilecek karakter hakkındaki yargı ve görüşlerinden yararlanma yolunu seçmiş, çok yönlü karater çizmenin örneklerini de vermiştir. Bu yönden onun yapıtları toplumun her kesiminden gelen türlü insanların bir. arada bulunduğu büyük kışla gibidir. Yoksul köylülerden eşrafa, liberallerden tutuculara, sosyte güllerinden hizmetçilere değin her türlü insana açıktır Tolstoy’un romanları.
Tolstoy’un izinden giden, ancak günlük gerçeğin ve yaşamın şiirini yakalamaya çalışan bir yazar da Anton Çehov’dur (1860-1904). Öykü ve oyun türlerinde yapıtlar veren Çehov, günlük yaşamda rastlanabilecek her türlü olayı öykülerine konu olarak seçmiş, Dünya öykücülüğünde büyük çığır açmıştır. Ayrıntı seçimine özen göstermiş, öyküde anlatılan durum ya da olayla ilgisi olmayan hiçbir şeye yer vermemiştir öykülerinde oyunlarında. Tolstoycu geleneği sürdürerek halktan kişileri ustalıkla canlandırmıştır yapıtlarında. Kişileri karakterlendirirken bunlara bir araç gözüyle bakmaktan kaçınmış; öykülerini ve oyunlarını bir propaganda ya da ahlaksal öğretinin buyruğuna vermekten kaçınmıştır. Bir konuşmasında şöyle der: “Yazar geveze bir kuş değildir hanımefendi... Eğer yaşıyorsam düşünüyorsam, karşı koyuyor, acı çekiyorsam, bunların hepsi yazdıklarım içinde yansıları olan şeylerdir. Ben size hayatı doğru, yani bir sanatçı olarak tanımlayacağım ve o zaman görmediğiniz şeylere tanık olacaksınız. Hayatın normalden ayrıldığını, çelişmelere düştüğünü bizzat göreceksiniz”
Sanat ve edebiyatta akımların başlayış ve bitişleri kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaz. Bir akım varlığını sürdürürken onun yanı başında bir başka akım da oluşup gelişir. Nitekim Fransız romancısı Honore de Balzac(1799-1850) Romantizm akımının egemen olduğu yıllarda yaşamasına karşın gerçekçiliğin öncüsü ve kurucusu olmuştur. «Bir kitap yazmadan önce yazar, ya karakterleri çözümlemeli, bütün törelerin içine girmeli, dünyayı gezmeli, bütün tutkuların yaşantısına katılmalı; ya da tutkular, ülkeler,töreler karakterleri, doğal olgular, ahlak olguları, bütün bunların hepsi yazarın zihninden geçmelidir» diyen Balzac, bu doğrultuda davranmıştır.Bireyin yaşamıyla toplum yaşamını, tarihle toplum gerçeğini bir bütün içinde çizmeyi ve yansıtmayı içermiştir. Eugenie Grandet, Goriot Baba, Vadideki Zambak, Cesar Birotteau, la Cusine Bette, le Cusin Pons adlı romalarında dönemine eleştirel bir ayna tutmuştur. Dönemini ve içinde yaşadığı toplumu bir tarihçi tutumuyla incelemiş; insanların ilişkilerini yozlaştıran onları acıklı durumlara düşüren etkenleri göstermeye çalışmıştır. Bunu yaparken kentsoylu topluma, anamalcı düzene karşı’eleştirel bir tavır takınmıştır. Tam bir gözlemcilikle «töreleri, görenekleri, alışkanlıkları, zevkleri bilimsel buluşları, mali ve banka işlemleri, ipotek işleri, toprak alışverişleri hukuki işleri içinde hukuk kurumlarını, Kilise devlet arasındaki ilişkileri miras yollarını ve ekonomik yasamayı inceleyerek ve süslü salonları, tefecilerin odalarını, şehirde ayaktakımının yaşadığı yerleri, kırsal Fransal’nın töre ve ahlakını» yansıtmıştır. Bunları toplumsal tipleştirmeye başvurarak toplum çözümlemesine giderek çizmiştir. Böylece, Dünya edebiyatında dev romancılardan biri olmuştur Balzac.
Balzac gibi, Henri Beyle Stendhal de (1783-1842) Coşumculuk döneminde yaşamasına karşın Gerçekçiliğin öncüleri ve kurucuları arasında yer almıştır. «Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir» düşüncesinden kalkarak döneminin çelişkilerini, insan ve toplum ilişkilerini kuru denilecek denli, yalın ve süssüz bir anlatımla vermiştir romanlarında, öykülerinde. Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı .gibi romanlarında savaşı, sevgiyi. kiliseye karşı duyulan nefreti insan açısmdan gerçekçi bir biçimde ele almıştır. Bu yapıtlarında insan duygularının ve tutkularının derin bir çözümlenmesini yapmıştır. Gerçekçiliğin ana ilkesi olan insanı toplumsal çevresiyle birlikte alma ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Toplumsal çeverenin insanın ruhsal evreni üzerindeki etkilerini göstermiştir. Julien Sorel Mösyö de Renal, Fabrice, Kont Mosca gibi roman kahramanlarının ruhsal zenginlikleri, çok değişik nitelikleri kendilerinde toplayışları onun bu sağlıklı tutumundan ileri gelir. O, roman ve öykülerde çizilecek karakterlerin canlılığını, yaşarlığını; bunların, toplumsal çevrenin ve durumların ürünü olmasına bağlı görmüştür. Bu anlayış ve uygulamasıyla, romana getirdiği iç konuşma (iç monolog) yöntemiyle (bkz. İç konuşma) çağdaş romancılığın babası olmuştur Stendhal. Romanlarının Dünya edebiyatının temel ya pıtları arasında yer alışının bir nedeni de budur.
Gerçekçilik akımının temel yapıtaşlarından biri de Gustave Flaubet’dir(1821-1880). Madam Bovary,Salambo, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye… gibi yapıtlarıyla hem Dünya, hem de Fransız edebiyatının büyük yazarları arasında yer almıştır Flaubert. Yapıtlarında kişiliğini gizlemiş, kahramanlarmın duygu ve düşüncelerini gözlemci bir gerçekçilikle çözümlemiş, bunların yaşamdakilere benzer olmasına özen göstermiştir. Balzac ve Stendhal’den ayrı bir tutumla toplumun anatomisini çizme yerine, toplumsal yapının etkisiyle oluşan insanlık durumlarma eğilmiştir. Örneğin, onun ünlü gücünü ve mutluluk özlemlerini nasıl tükettiğini» gösterir bize. Bunu, gerçilik akımının temel ilkelerinden biri olan yaşam çözümlemesi ve tipleştirme yöntemiyle gerçekleştirmiştir. Romanın kahramanı Emma ve Charles Bovary’yi unutamıyorsak; onların acılarını, düşlerini, pişmanlıklarını kınlan onurlarını, kalabalık içindeki yalnızlıklarını okurken bugün de duyabiliyorsak, bunların ustaca tipleştirilmesindendir.
Gerçekçilik akımı adlarını ve kimi yapıtlarını andığımız bu üç edebiyat devinin yapıtlarıyla oluşmuş, boyutlanmıştır Fransız edebiyatında. Bu boyutlanmayı İngiliz edebiyatında Pickwick’in Kâğıtları, Oliver Twist, Nicholas Nickleby, Antika Dükkânı, David Copperfield, Büyük Ümitler...adlı romanlarıyla oluşturan Charles Dickens (1812-1870) Gerçekçiliğin usta adları arasında yer almıştır. Özellikle karakterleri çizmede büyük bir ustalık göstermiştir Dickens. Kişilerin soyut bir yönünü değil, davranışlarını belirleyen toplumsal çevrelerini ele almıştır. Nesnel dünyaları içinde göstermiştir onları. Ayrıntıya, gözleme, insan doğasını değişik yönleriyle yansıtmaya çalışmıştır. Bunu yaparken insanlar arasındaki sınıfsal çatışmaları da vermiştir.Örneğin, OliverTwist’te varsıllarla yoksullar arasındaki dengesizliğe ayna tutmuş, çocukluğundan beri yakından tanıdığı yoksul kesimlerin dertlerini ve sıkıntılarını dile getirmiştir.
Dickens gibi, kişileri nesnel dünyadan soyutlamayan, onların hem ruhsal hem de topumsal çevrelerini gözlemci bir gerçekçilikle yansıtan; Adam Bede, Silas Marner, Romola adlı romanlarıyla İngiliz edebiyatında özgün bir yeri olan George Eliot da (1819-1880) gerçekçi akım içinde yer almış
yazarlardandır. Öte yandan Çılgın Kalabalıktan Uzak, Yerlinin Dönüşü, Casterbridge Belediye Başkanı adlı romanlarında dümdüz, yalın bir anlatımla insan gerçeğini ayrıntılarla çizen Thomas Hardy (1840-1928); insanların tutkularım, sevgi ve iyilikle dengelemeye çalışan, bunu Jane Eyre,Rüzgarlı Bayır romanlarıyla somutlayan Charlotte Bronte (1816-1855); Define Adası, Doktor Jekyll ile Mr. Hyde gibi serüven romanlarıyla tanınmış olan Robert Louis Stevenson da (1850-1894) Gerçekçilik akımı içinde anacağımız adlardandır. Yine yapıtlarını toplum ve ekonomik sorunların bireyler üzerindeki etkilerini göstermeye adayan, kahramanlarım büyük ölçüde halkın dertlerini dile getirmede sözcü olarak çizen ve Candida, Sezar ve Kleopatra, Ermiş Jeanne adlı oyunlarıyla Dünya edebiyatında yaşarlığını koruyan Bernard Shaw da (1856-1950) Gerçekçiliğin büyük adlarından biridir.
Amerikan edebiyatında ise Gerçekçilikle Coşumculuk iç içe gelişmiştir.Washington Irving (1783-1859), Edgar Allan Poe (1809-1849), Walt Whitman (1819-1892), James Fenimore Cooper (1789-1854)... gibi katkısız coşumcuları bir yana bırakırsak, yapıtlarında gerçekçi ve coşumcu öğeleri dengeli bir biçimde kullanan iki önemli yazar vardır. Bunlardan biri Nathaniel Hawthorne‘dur (1804-1864). Kızıl Harf, Yedi Çatılı Ev adlı romanlarında insanların toplumsal koşullar altında içine düştükleri ruhsal çatışmaları yansıtmıştır.İkincisiyse insanoğlunun kötülükle, daha doğrusu doğanın kötü güçleriyle savaşını Moby Dick romanıyla destanlaştıran Herman Melville’di(1819-1891). Bu iki yazarın çizgisinde Misisipi’de Hayat, T om Sawyer’in Maceraları, Huckleberry Finn’in Maceraları adlı yapıtlarıyla Mark Twain (1835-1910); Kumrunun Kanatları, Bir Hanımın Portresi, Elçiler adlı kitaplarıyla Henry James (1843-1916); değişik konularda yazdığı öykülerle O.Henry (1862-1910); Küçük Kadınlar adlı romanıyla Louise May Alcott(1832- 1898) sürdürmüşlerdir Gerçekçilik akımını.
Gerçekçilik akımının Dünya edebiyatında önemli izler bırakmış ürünlerine Rus edebiyatında da rastlıyoruz. Bu ürünleri veren adların başında roman, öykü ve oyun türlerinde yapıtlar vermiş olan Nikolai Gogol(1809-1852) gelmektedir. Yapıtlarında toplumun çürümüş ve aksak yanlarını işlemistir. Alaycı, yergici bir tutumla yansıtmıştır bunları. Rus edebiyatının olduğu kadar, Dünya edebiyatının da büyük güldürülerinden biri olan Müfettiş, bir taşra kasabasının bürokratik yaşamına yöneltilmiş buruk bir taşlamadır. Oyunun kahramanı Hlestakov, parasız, pulsuz kendimce canlı gözlemleri olan bir gençtir. Müfettiş bekleyen bir kasabaya gider, müfettiş olarak tanıtır kendini. Kasabanın yöneticileri, önde gelenlerinin içinde bulunduğu kirli durumlardan yararlanmasını bilerek kısa zamanıda paraya, saygınlığa ve aşka kavuşur. Bu yalın konuyu canlı bir taşlama toplumsal bir yergi durumuna getirmiştir Gogol. Ölü Canlar romanı ise toprak köleliğinin hüküm sürdüğü Çarlık Rusya’sına tutulmuş bir ayına gibidir. Romanında tipleştirdiği, ölü canlar satın alarak kendini zengin göstermeye çalışan Çiçikov’un çevirdiği dolaplar tam bir gerçekçilikle çizilmiştir. Karakterlerin çizimindeki bu gerçekçiliği, onun Mirgorot Hikayeleri’ndeki kahramanların verilişinde de görürüz. Taraş Bulba destan niteliği ağır basan tarihsel romandır.
Gerçekçilik akımı içinde Rus romancısı Lev Nikolayeviç Tolstoy’un (1828 -1910) özgün bir yeri vardır.Denilebilir ki, insanların yaşamı tüm somut ayrıntılarıyla, her türlü yapaylıktan uzak, yalın bir anlatımla Tolstoy’un yapıtlarında işlenmiştir. Dünya edebiyatının anıt romanları arasında yer alan Harp ve Sulh, Anna Karenina, Ölümden Sonra Dirilme,İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat... gibi yapıtlarında, halk yığınlarının, özellikle de köylü kesiminin yaşayış ve düşünüş biçimini tam bir gerçekçilikle yansıtmıştır. Yaşamın akışını keskin bir gözlem gücüyle değerlendirmiş; yığınlar arasındaki didişmeleri, kişisel dramları, töresel aldatmacılıkları, köy ve köylü dünyasının küçük ayrıntılarını destansı bir dille anlatmıştır. Halk yığınları toplumsal ve ruhsal değerleriyle algılanmıştır onun romanlarında. Daha doğrusu içten tanımıştır halkı. Onların bilincini yönlendiren etkenleri çok iyi gözlemlemiştir. Başarısı da bu etkenleri romanlarının olay örgüsü içinde ustalıkla eritmesinden doğmuştur. Kişilerin ruhsal çözümlenmesiyle toplumsal çözümleme arasında sağlıklı bir denge kurmuş, yer yer eleştirel bir bakışla sürdürmüştür bu çözümlemelerini. Tolstoy’un, halk kitlelerini çizmede başvurduğu bu gerçekçi yaklaşım, Dünya edebiyatında birçok sanatçıyı etkilemiş. Çağdaş ve Toplumcu gerçekçiliğin doğuşuna olanaklar sağlamıştır. Çünkü, Çağdaş ve Toplumcu gerçekçiliğin çıkış noktası olan insanı ve toplumu değiştirme yöneliminin tohumları Tolstoy’un yapıtlarında vardır. Örneğin, Hacı Murat romanında Çar Nikola’nın ruhsal çözümlenmesi, onun karakterindeki değişimin vurgulanması, aldatmacaya sığınışın gösterilmesi gerçekte baskıcılığın (despotizmin) de irdelenip eleştirilmesidir. ivan İlyiç’in Ölümü’nde de İlyiç’in kendi kendisiyle hesaplaşması, iç dünyasının ayrıntılı bir biçimde sergilenişi, bundan da öte İlyiç’in zalim bir toplum düzeninin temsilcisi oluşu topluma, toplumdaki eşitsizliğe yöneltilmiş bir eleştiridir. Kestirmeden söylemek gerekirse Tolstoy, kişilerin ruhsal çözümlemelerini, toplumdaki dengesizlikleri, eşitsizlikleri yansıtmada bir araç olarak kullanmıştır. Bu da onu çağdaşlarından ve öbür gerçekçilerden ayıran bir üstünlük sayılabilir. Nitekim Tolstoy’un bu yönü kendisinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkilemiştir. Bilinç akımı (bkz. Bilinç akımı tekniği) diye adlandırılan Proust ve Joyce gibi romancılarca kullanılan iç konuşma tekniğini işlevsel yönden yerli yerinde .kullanmanın ilk örneğini Tolstoy vermiştir.Ayrıca karakterleri çizmede, romandaki kişilerin çizilecek karakter hakkındaki yargı ve görüşlerinden yararlanma yolunu seçmiş, çok yönlü karater çizmenin örneklerini de vermiştir. Bu yönden onun yapıtları toplumun her kesiminden gelen türlü insanların bir. arada bulunduğu büyük kışla gibidir. Yoksul köylülerden eşrafa, liberallerden tutuculara, sosyte güllerinden hizmetçilere değin her türlü insana açıktır Tolstoy’un romanları.
Tolstoy’un izinden giden, ancak günlük gerçeğin ve yaşamın şiirini yakalamaya çalışan bir yazar da Anton Çehov’dur (1860-1904). Öykü ve oyun türlerinde yapıtlar veren Çehov, günlük yaşamda rastlanabilecek her türlü olayı öykülerine konu olarak seçmiş, Dünya öykücülüğünde büyük çığır açmıştır. Ayrıntı seçimine özen göstermiş, öyküde anlatılan durum ya da olayla ilgisi olmayan hiçbir şeye yer vermemiştir öykülerinde oyunlarında. Tolstoycu geleneği sürdürerek halktan kişileri ustalıkla canlandırmıştır yapıtlarında. Kişileri karakterlendirirken bunlara bir araç gözüyle bakmaktan kaçınmış; öykülerini ve oyunlarını bir propaganda ya da ahlaksal öğretinin buyruğuna vermekten kaçınmıştır. Bir konuşmasında şöyle der: “Yazar geveze bir kuş değildir hanımefendi... Eğer yaşıyorsam düşünüyorsam, karşı koyuyor, acı çekiyorsam, bunların hepsi yazdıklarım içinde yansıları olan şeylerdir. Ben size hayatı doğru, yani bir sanatçı olarak tanımlayacağım ve o zaman görmediğiniz şeylere tanık olacaksınız. Hayatın normalden ayrıldığını, çelişmelere düştüğünü bizzat göreceksiniz”