HUKUK DEVLETİ
Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine
bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı,
Platon ve Aristoteles’ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer
tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin
önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayanıyordu. Buna göre
hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenlerde
ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı. İngiltere’deki ilk anayasal
belge olan Magna Carta’da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını
bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve
Montesquieu’nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle
genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk
yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası’na da
yansıyan ‘’doğal haklar’’ kuramı ve ‘’insan hakları’’ anlayışı, hukuk
devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi. Bu gelişimin yarattığı
birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin
sağlam temellere dayandırılmasını sağladı. Devletin amacının
yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence
altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman
öğretisi, ‘’hukuk devleti’’ (Rechtsstaat) deyimini ‘’polis devleti’’ (Polizeistaat)
kavramının karşıtı olarak kullandı. Yapıtlarında ‘’hukuk devleti’’
deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması
gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde
gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü
karşısında korunması için yargı organları kuran devlet olarak
tanımladı. Bu hukuk devletini anayasal devletle eş değerde tutan bir
görüştü. Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bahr
gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti
görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre
hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve
özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların
uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin
organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir
biçimde denetlenmesi gerekir. 20 yüzyılda özellikle Avusturyalı
hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış
biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli
özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük,
yönetmelik, birel idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir
temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen’in bu biçimselci görüşü
hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde
gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa’sı hukukunda ortak
bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden
oluştuğu kabul edilmektedir. 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların
anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil,
genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını ön görür. 2) Kuvvetler
ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsendiği tam bağımsızlık yerine
denetim ve iş birliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3)
Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile
demokrasi kavramları arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre
kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve
demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4)
Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara
uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden
öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler
içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri
içerir. 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca
idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında
bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçimde idarenin adli yargıdan
bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari
rejimde gerçekleştirilir.
Türkiye’de hukuk devleti kavramı ilk kez idari hukuku bilgini Sıddık
Sami Onar’ın İdare Hukuku (1938) adlı yapıtında yer aldı. 1961
Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan
ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti
deyimine yer verir.
1982 Anayasası hukuk devleti ilkesini kabul etmiş olmakla birlikte,
özellikle temel hak ve özgürlüklere aşırı sınırlamalar getirmiştir.
Ayrıca idarenin bazı işlemlerini yargı denetimi dışında tuttuğundan
çağdaş hukuk devleti anlayışından farklı bir anlayışı yansıtır. Hukuk
devleti ve yargı denetimi ilkeleri özellikle olağanüstü hal ve sıkı
yönetim rejimleri altında yapılan işlemler için ortadan kalkmaktadır.
Bu dönemlerde Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmündeki
kararnamelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açılamaz
(m.148). Bunun gibi, idari yargılamada yürütmenin durdurulması kararı
verilmesi yasayla sınırlanabilir (m.125). Ayrıca Sıkıyönetim
Kanunu’nda yer alan ve anayasaya aykırılığı öne sürülemeyen bir (Ek m.
3) uyarınca sıkıyönetimin komutanının idari işlemlerine karşı yasa
yollarına baş vurulamaz.
Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine
bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı,
Platon ve Aristoteles’ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer
tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin
önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayanıyordu. Buna göre
hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenlerde
ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı. İngiltere’deki ilk anayasal
belge olan Magna Carta’da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını
bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve
Montesquieu’nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle
genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk
yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası’na da
yansıyan ‘’doğal haklar’’ kuramı ve ‘’insan hakları’’ anlayışı, hukuk
devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi. Bu gelişimin yarattığı
birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin
sağlam temellere dayandırılmasını sağladı. Devletin amacının
yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence
altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman
öğretisi, ‘’hukuk devleti’’ (Rechtsstaat) deyimini ‘’polis devleti’’ (Polizeistaat)
kavramının karşıtı olarak kullandı. Yapıtlarında ‘’hukuk devleti’’
deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması
gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde
gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü
karşısında korunması için yargı organları kuran devlet olarak
tanımladı. Bu hukuk devletini anayasal devletle eş değerde tutan bir
görüştü. Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bahr
gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti
görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre
hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve
özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların
uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin
organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir
biçimde denetlenmesi gerekir. 20 yüzyılda özellikle Avusturyalı
hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış
biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli
özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük,
yönetmelik, birel idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir
temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen’in bu biçimselci görüşü
hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde
gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa’sı hukukunda ortak
bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden
oluştuğu kabul edilmektedir. 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların
anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil,
genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını ön görür. 2) Kuvvetler
ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsendiği tam bağımsızlık yerine
denetim ve iş birliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3)
Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile
demokrasi kavramları arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre
kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve
demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4)
Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara
uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden
öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler
içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri
içerir. 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca
idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında
bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçimde idarenin adli yargıdan
bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari
rejimde gerçekleştirilir.
Türkiye’de hukuk devleti kavramı ilk kez idari hukuku bilgini Sıddık
Sami Onar’ın İdare Hukuku (1938) adlı yapıtında yer aldı. 1961
Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan
ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti
deyimine yer verir.
1982 Anayasası hukuk devleti ilkesini kabul etmiş olmakla birlikte,
özellikle temel hak ve özgürlüklere aşırı sınırlamalar getirmiştir.
Ayrıca idarenin bazı işlemlerini yargı denetimi dışında tuttuğundan
çağdaş hukuk devleti anlayışından farklı bir anlayışı yansıtır. Hukuk
devleti ve yargı denetimi ilkeleri özellikle olağanüstü hal ve sıkı
yönetim rejimleri altında yapılan işlemler için ortadan kalkmaktadır.
Bu dönemlerde Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmündeki
kararnamelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açılamaz
(m.148). Bunun gibi, idari yargılamada yürütmenin durdurulması kararı
verilmesi yasayla sınırlanabilir (m.125). Ayrıca Sıkıyönetim
Kanunu’nda yer alan ve anayasaya aykırılığı öne sürülemeyen bir (Ek m.
3) uyarınca sıkıyönetimin komutanının idari işlemlerine karşı yasa
yollarına baş vurulamaz.