Tarih Nedir?
Bu kadar ilim ve sanat bahsi yeter/ Kapat artık bu kurumuş yaprakları/ Gel beri, beraber öyle bir kalp getir / Ki gören ve anlayan bir kalp olsun.
Şimdi Değilse Ne Zaman?
Bismillah diyerek başlıyorum ve Allah izin verirse, insanlığın yeryüzü macerası hakkındaki düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım. Bugüne kadar, asıl ihtisas saham olan İslam Tarihi hakkında sadece iki kitab yazmış; daha çok ’tarih felsefesi’ ile ilgilenmiş; tarihi hadiselerin zâhirinde bir ma’nâ yahut bâtınında bir ’mazmun’(gizli veya sembolik bir ma’na) bulmaya çalışmıştım. ’Tarihin felsefesi’... insanlığın yeryüzü macerasını yorumlamak... hatta, tarihe ’tabiat tarihi’ni de ilave edersek, geçmiş zamanda kalan bütün varlık kategorilerini yeniden tasavvur ve tefsir etmek... peki ama, bu mümkün mü? Ne var ki, bütün insanlık tarihi boyunca insan aklı, böylesine uçsuz bucaksız bir denizi keşfetmek ve yorumlamak gayretini göstermiş ve hatta bu yoruma güvenerek dünyayı değiştirmeye, kendi tasavvuruna göre bir kültür şeklinde, yeniden biçimlendirmeye kalkışmıştır. Zaten, insanın tabiatteki diğer canlılardan farkı da bu değil mi? Belki de ’tarih’in manasını anlamak mümkün değil ve zaten ’tarih’ derken, "Gemiler geçmeyen gaib bir ummanda" ebediyyen kaybolan bir mekan ve zamandan bahs ediyoruz...
Yunus Emre, "dört kitabın ma’nisi bellidir bir elifte" diyordu; dört Mukaddes Kitapta yer alan bir ma’nayı kastediyordu. Mukaddes Kitaplar çok tefsir edildi; insanoğlu cesurdur, bugüne kadar Tanrı Kelamı hakkında sayısız tefsir/yorum yazıldı. Lakin, Allahın Kelamı yalnızca Mukaddes Kitaplardan ibaret değil; okumamızı emrettiği iki kitabı daha var: İnsan Kalbi ve Kâinât. Halbuki, böyle bir Tarih Felsefesi tasavvuru tarih içinde yer alan diğer iki kitabın da, insanın ve kainatın dahi, okunması ma’nasına gelecektir. Demek oluyor ki, ayrıca bu üç kitabın da üç ayrı tefsiri var ki, Yunus gibi söylersek, "üç kitabın ma’nası bellidir bir elifte" diyebiliriz. Mukaddes Kitapları anlamak, Kâinât Kitâbını anlamak (bir ma’nâda ilim) ve İnsanı anlamak (yani tarih felsefesi). Şimdiye kadar, Hakkın ve Hakikatin sonsuz genişlikteki bu üç kitabından, nasibim ölçüsünde karşıma çıkan, bazı sayfaları açmaya ve okumaya çalıştım; Lakin, elime kalem alıp tuttuğum notlarda -Tarih felsefesi hakkındaki yazı ve kitaplarımda- fikirlerimi ancak dağınık bir biçimde ifade edebilmiştim; bunları derli toplu bir kitap biçiminde, düzenli bir plan çerçevesinde yazamamıştım: Zira, geçen zaman içinde, sistemli bir tarih felsefesi inşa etmek için kullanılacak yapı taşları mahiyetindeki bir takım felsefi fikirlerin olgunlaşması gerekiyordu. Demek oluyor ki, yıllardır bu mevzuda düşünüp yazdığım bundan önceki bütün yazılar, yalnızca zaruri hazırlık çalışmalarından ibaret idi.
Zerdüşt, Zend-Avesta kitabında "-Tarlanı sür!" diyor; biz de uzun zamandan beri tarlamızı sürdük, ektik ve mahsul zamanını bekledik. Toprağa gömülen tohum sonunda çürüyüp, öldü ve işte tekrar dirildi; toprak üstünde boy attı ve hamdolsun ki nihayet hasat zamanı geldi. Şimdi, bu uzun bekleyiş devrinde biçimlenen tarih anlayışımı, yeniden gözden geçirerek alem-i irfana takdim etmem gerekiyor. Eğer, sağlığım, zamanım, imkanım ve ilhamım elverirse, "Tevfik-i Rahmani" bana yar olursa, bugüne gelinceye kadar ki bütün mesaimin semeresini, kendi "tarih felsefem"i, hasılı gönül iklimine gelen ilhamın mahsulünü alem-i irfana arzetmeye çalışacağım. Zira, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi; "Gönül her ne ki fetvâ verirse, dil onu söyler..."
İncil’de Hz. İsa’nın bir ’temsil’i (parable) nakledilir: "Bir zamanlar adamın biri tarlasına tohum ekermiş. Ancak, yola düşen bazı tohumları kuşlar yermiş. Kayalık yerlere düşen tohumlar büyürmüş, ama güneş onları kavururmuş; kökleri derine gitmeyen bu filizler de çabucak kururmuş. Şu da var ki, bazı tohumlar da verimli toprağa düşmüş ve bire altmış, bire yüz misli mahsul vermiş..." Hz. İsa bu temsil ile, kendi sözlerini ’toprağa atılan tohum’a benzetiyor ve diyor ki: "-O halde, kulağın varsa dinle!" Böylece, yeni bir tarih felsefesi ortaya koymak düşüncesi ile sözlerime başlarken, aklıma bir İncil ayeti daha geldi: "Şimdi değilse ne zaman?"
Ortaçağda yaşayan tarihçi bir keşiş, tarihi değiştirmiş: Aziz Bede (Bede the Venerable), büyük bir Kilise Tarihi (Historia Ecclesiastica) yazmıştı ve bütün tarihe bir ma’na bahşedeceği düşüncesi ile, 725 yılında yazdığı, Zaman Tesbiti Üzerine (De Temporum Ratione) isimli eserinde, ’Tarihi/Takvimi Hz İsa’nın mevlid yılına göre hesaplama’ usulünü başlatmıştı. Müslümanların tarihi hicretle başlatması gibi. O zamandan beri, "Allah’ın Kelimesi"nin dünyaya teşrif ettiği yıl olması itibarı ile, Hz. İsa’nın doğum yılını birinci yıl sayarak başlatılan ’miladi takvim’e göre, 2000 yılına, yeni bir ’millenium’a girmiş bulunuyoruz. Bu mücerret rakam bir yana, gerçekten de hızlı bir geçiş çağında, insanlığın umumi hayatında büyük değişmelere sebep olacağı açıkça hissedilen, fakat neticeleri pek kestirilemeyen mühim tarihi gelişmeler içinde yaşıyoruz.
Bu kadar ilim ve sanat bahsi yeter/ Kapat artık bu kurumuş yaprakları/ Gel beri, beraber öyle bir kalp getir / Ki gören ve anlayan bir kalp olsun.
Şimdi Değilse Ne Zaman?
Bismillah diyerek başlıyorum ve Allah izin verirse, insanlığın yeryüzü macerası hakkındaki düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım. Bugüne kadar, asıl ihtisas saham olan İslam Tarihi hakkında sadece iki kitab yazmış; daha çok ’tarih felsefesi’ ile ilgilenmiş; tarihi hadiselerin zâhirinde bir ma’nâ yahut bâtınında bir ’mazmun’(gizli veya sembolik bir ma’na) bulmaya çalışmıştım. ’Tarihin felsefesi’... insanlığın yeryüzü macerasını yorumlamak... hatta, tarihe ’tabiat tarihi’ni de ilave edersek, geçmiş zamanda kalan bütün varlık kategorilerini yeniden tasavvur ve tefsir etmek... peki ama, bu mümkün mü? Ne var ki, bütün insanlık tarihi boyunca insan aklı, böylesine uçsuz bucaksız bir denizi keşfetmek ve yorumlamak gayretini göstermiş ve hatta bu yoruma güvenerek dünyayı değiştirmeye, kendi tasavvuruna göre bir kültür şeklinde, yeniden biçimlendirmeye kalkışmıştır. Zaten, insanın tabiatteki diğer canlılardan farkı da bu değil mi? Belki de ’tarih’in manasını anlamak mümkün değil ve zaten ’tarih’ derken, "Gemiler geçmeyen gaib bir ummanda" ebediyyen kaybolan bir mekan ve zamandan bahs ediyoruz...
Yunus Emre, "dört kitabın ma’nisi bellidir bir elifte" diyordu; dört Mukaddes Kitapta yer alan bir ma’nayı kastediyordu. Mukaddes Kitaplar çok tefsir edildi; insanoğlu cesurdur, bugüne kadar Tanrı Kelamı hakkında sayısız tefsir/yorum yazıldı. Lakin, Allahın Kelamı yalnızca Mukaddes Kitaplardan ibaret değil; okumamızı emrettiği iki kitabı daha var: İnsan Kalbi ve Kâinât. Halbuki, böyle bir Tarih Felsefesi tasavvuru tarih içinde yer alan diğer iki kitabın da, insanın ve kainatın dahi, okunması ma’nasına gelecektir. Demek oluyor ki, ayrıca bu üç kitabın da üç ayrı tefsiri var ki, Yunus gibi söylersek, "üç kitabın ma’nası bellidir bir elifte" diyebiliriz. Mukaddes Kitapları anlamak, Kâinât Kitâbını anlamak (bir ma’nâda ilim) ve İnsanı anlamak (yani tarih felsefesi). Şimdiye kadar, Hakkın ve Hakikatin sonsuz genişlikteki bu üç kitabından, nasibim ölçüsünde karşıma çıkan, bazı sayfaları açmaya ve okumaya çalıştım; Lakin, elime kalem alıp tuttuğum notlarda -Tarih felsefesi hakkındaki yazı ve kitaplarımda- fikirlerimi ancak dağınık bir biçimde ifade edebilmiştim; bunları derli toplu bir kitap biçiminde, düzenli bir plan çerçevesinde yazamamıştım: Zira, geçen zaman içinde, sistemli bir tarih felsefesi inşa etmek için kullanılacak yapı taşları mahiyetindeki bir takım felsefi fikirlerin olgunlaşması gerekiyordu. Demek oluyor ki, yıllardır bu mevzuda düşünüp yazdığım bundan önceki bütün yazılar, yalnızca zaruri hazırlık çalışmalarından ibaret idi.
Zerdüşt, Zend-Avesta kitabında "-Tarlanı sür!" diyor; biz de uzun zamandan beri tarlamızı sürdük, ektik ve mahsul zamanını bekledik. Toprağa gömülen tohum sonunda çürüyüp, öldü ve işte tekrar dirildi; toprak üstünde boy attı ve hamdolsun ki nihayet hasat zamanı geldi. Şimdi, bu uzun bekleyiş devrinde biçimlenen tarih anlayışımı, yeniden gözden geçirerek alem-i irfana takdim etmem gerekiyor. Eğer, sağlığım, zamanım, imkanım ve ilhamım elverirse, "Tevfik-i Rahmani" bana yar olursa, bugüne gelinceye kadar ki bütün mesaimin semeresini, kendi "tarih felsefem"i, hasılı gönül iklimine gelen ilhamın mahsulünü alem-i irfana arzetmeye çalışacağım. Zira, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi; "Gönül her ne ki fetvâ verirse, dil onu söyler..."
İncil’de Hz. İsa’nın bir ’temsil’i (parable) nakledilir: "Bir zamanlar adamın biri tarlasına tohum ekermiş. Ancak, yola düşen bazı tohumları kuşlar yermiş. Kayalık yerlere düşen tohumlar büyürmüş, ama güneş onları kavururmuş; kökleri derine gitmeyen bu filizler de çabucak kururmuş. Şu da var ki, bazı tohumlar da verimli toprağa düşmüş ve bire altmış, bire yüz misli mahsul vermiş..." Hz. İsa bu temsil ile, kendi sözlerini ’toprağa atılan tohum’a benzetiyor ve diyor ki: "-O halde, kulağın varsa dinle!" Böylece, yeni bir tarih felsefesi ortaya koymak düşüncesi ile sözlerime başlarken, aklıma bir İncil ayeti daha geldi: "Şimdi değilse ne zaman?"
Ortaçağda yaşayan tarihçi bir keşiş, tarihi değiştirmiş: Aziz Bede (Bede the Venerable), büyük bir Kilise Tarihi (Historia Ecclesiastica) yazmıştı ve bütün tarihe bir ma’na bahşedeceği düşüncesi ile, 725 yılında yazdığı, Zaman Tesbiti Üzerine (De Temporum Ratione) isimli eserinde, ’Tarihi/Takvimi Hz İsa’nın mevlid yılına göre hesaplama’ usulünü başlatmıştı. Müslümanların tarihi hicretle başlatması gibi. O zamandan beri, "Allah’ın Kelimesi"nin dünyaya teşrif ettiği yıl olması itibarı ile, Hz. İsa’nın doğum yılını birinci yıl sayarak başlatılan ’miladi takvim’e göre, 2000 yılına, yeni bir ’millenium’a girmiş bulunuyoruz. Bu mücerret rakam bir yana, gerçekten de hızlı bir geçiş çağında, insanlığın umumi hayatında büyük değişmelere sebep olacağı açıkça hissedilen, fakat neticeleri pek kestirilemeyen mühim tarihi gelişmeler içinde yaşıyoruz.