ALEVİ CANLAR FORUMU

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
ALEVİ CANLAR FORUMU

ALEVİ CANLAR FORUMU-TASAVVUF ARAŞTIRMA ,PAYLAŞIM

Mayıs 2024

PtsiSalıÇarş.Perş.CumaC.tesiPaz
  12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

Takvim Takvim


2 posters

    Tasavvufun Aşamaları:

    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından Admin Perş. Nis. 23 2009, 17:03

    Değerli canlar,sözlerime öncelikle ismi mutlak güzellik olan,hakkın yanında olan,zaten kendi yalnız hak olan,bütün güzellikler ,yani hak kendinden südur olan, güzel varlık rabbimin adıyla başlıyorum.Biz aleviler de bu nedenle ona HAK diyoruz.Hakkın sahibi, yegane temsilcisi veHakkın kendisi olduğu için.
    Öncelik olarak hakkı esas alan,taassuptan uzak,hakka teslim olmuş,kendi nefsine,heva ve hevesine teslim olmayıp,sadece kendi eksik aklıyla hareket etmeyip,hakkın yanında olandan da istifade eden tüm canlara sesleniyorum.Aslında Allaha iman doğruya teslim olamaktan başka bir şey değildir.Doğruyu da en iyi,bilginin sahibi,din gününün sahibi,mutlak güçlü,vs vs,güzellik,doğruluk adına ne varsa her şeyin sahibi rabbimizden başka kimse daha iyi bilemez.”ben nerde olursa olsun hep doğruyu söylerim”diyen her yiğit insan bu yönüyle, hakka teslim olmuştur aslında.İman da aynen bunun gibidir ve hak olan dine,yani doğru dine, doğruya tabi olma sözü vermiştir.yukarıda “sadece kendi eksik aklıyla hareket etmeyip”cümlesini kullanırken,aklımızla hareket etmeyelim anlamında değil,yalnızca aklımızı esas alırsak yanılırız,anlamında kullandım.Hakka giderken tabi ki aklımızı ve vicdanımızı rehber edineceğiz.Ancak insan oğlunun aklı ve vicdanının yanılabileceğini de unutmadan! ”yanılmayacak tek varlık tanrıdır”.
    Bilimsel olarak yapılan açıklamaların bir kısmının bir süre sonra hepten inkar edilip,tam
    tersi şeylerin söylendiğini sizler de mutlaka müşahade etmişsinizdir.
    Ancak,bu demek değildir ki bizler akıl ve vicdanı kendimize rehber edinmeyeceğiz.bizler ,bize nimet olarak verilmiş olan bu vasıtaları kullanarak HAK’KA ulaşacağız ve ona teslim olacağız.Teslim olmamıza engel olan nefse,şeytani kötü düşüncelere aldırmadan,teslim olarak,kendimizi değerlerimizi hakka ait kılacak, yani dinimizi (din,esas anlamı itibarıyla bir yaşama biçimi,doğru yaşama biçimidir.) yalnız allaha has kılacağız.
    Dini yalnız allaha has kılmak ne demektir ve nasıl yapılır?bütün doğruların kendinden çıktığı tanrı,elbetteki her şeyin en doğrusunu bilen tek varlıktır.Bizim doğruları bulmamıza aracı olan akıl ve vicdanın yaradanı,sahibi o olduğundan bizim bulduğumuz doğruları da O bulmuştur aslında.Tasavvufta yani alevi inanışındaki vahdeti vücudun özündede bu vardır zaten.”her şey HAK’tır,O’ndan gayri hiç bir şey yoktur” sözünün manası budur.sırrı hakikate ulaşan kişi bu makama ulaşmazdan evvel,maddi alemin,kainatın allahın gölgesi olduğunu söyler.Ancak sırrı hakikat makamına ulaşınca sır perdesi kalkar ve her şeyin O’ndan ibaret olduğunu,gölge diye bir şeyin olmadığını müşahade eder.Kendi de dahil.Ancak tasavvufu,irfanı bilmeyen bazı kişiler veya bazı art niyetliler,bunu çarpıtarak,”Alevilikte görünmeyen bir tanrı inanışı yoktur,insanın kendisi tanrıdır”diyerek çarpıtırlar.öyleyse,ataları olan uluların izinden giden kişiler olarak biz aleviler, rabbimizin bize verdiği nimet olan akıl ve vicdanı rehber edinerek O’na,yani yaradana ulaşıp,O’nda kaybolmamız,bu amaca ulaşmak için de O’nun bizden istediklerini yerine getirmemiz gerekmezmi?
    Tasavvufi,irfani bir bakış açısı olan alevilikte,”Ruh bir ilahi nefestir ,bu nedenle aslını yani rabbini ister.Bu nedenle ruh için dünya gurbettir “denilir. Nefeslerimizde,deyişlerimizde,ruhun arzuladığına ulaşmanın tek yolu da, nefsi isteklerini terk edip,yalnız rabbinin senden istediklerine tabi olmakla gerçekleşeceği söylenir..Birçok nefeste hakka ulaşmak istiyorsan nefsin isteklerinden vazgeçip yalnız allahı istemek gerektiği,ve böylelikle tanrı evi olan kalpten dünya sevgisi çıkınca,oraya tanrının gireceği yazılıdır.
    Süre geldim aşk meyini içerek
    Her bir akı karasından seçerek
    Varlık dağlarını(dünya,servet) delip geçerek
    Düzde ben bir insan olmaya geldim
    (Serimi meydana koymaya geldim)
    NİMRİ DEDE
    Öyleyse gelin, aleviler olarak bizlerde ulularımızın yolundan giderek,kalbimizi Allah’ın evi yapalım
    Allaha teslim olup,dini yalnız allaha has kılmak için,akıl ve vicdan rehberliğinde doğru yolu bulup,sonra da ona teslim olursak,tabi olursak dini yalnız Allah’a has kılmış olmazmı
    yız?Elbetteki oluruz.Peki hak yol nedir?Bunun için de gelin bir nefesimize kulak verelim.Görelim bakalım hak yol neymiş:

    Yol içinde yol ararsan
    Yol Muhammed Ali’nindir
    Yetmişiki dil içinde
    Dil Muhammed Ali’nindir
    * * *
    Varma cahilin yanına
    Uğrarsın şerrin seline
    Lanet yezidin canına
    Can Muhammed Ali’nindir
    * * *
    Söyler Pir Sultan’ım söyler
    Hakkın birliği birler
    Doğmuş alemlere parlar
    Nur Muhammed Ali’nindir

    Burada, Muhammed nübüvveti,Ali velayeti,imameti temsil eder.Velayetin simgesi olan Ali 12 imamların başıdır,12 imamları temsil eder.eğer hak olan hak Muhammed ali ise ona teslim olmak gerekmezmi?eğer bizler onların öğretilerinden bir kısmını beğenmeyip kendimizden bir şeyler katarsak hakka teslimmi olmuş oluruz?böylece dini yalnız allaha mı has kılmış oluruz?eğer bu yola kendimizden bir şeyler katarsak acaba yeni bir din kurmuş olmazmıyız.
    O zaman o yeni dinin ilahı da biz olmuş olmazmıyız.peki biz ilahsak dünyayı bütün kötülüklerden arındıracak,ölümü kendimizden uzaklaştırıp ölümsüzlüğü getirip,iyileri mükafatlandıracak,kötüleri cezalandıracak güç nerde?Eğer bu güç biz de yoksa,tek güçlü,her şeyin en doğrusunu bilen,sade güzellik olan rabbimize teslim olmak gerekmezmi?Bize dinin, yanlış gibi gelen öğretilerini reddedip değiştirmek yerine,onu doğru birşekilde anlamaya çalışıp,yani teslim olup O’na uymamız gerekmezmi?Eğer bize yanlış geliyorsa,belki bu benim anladığım gibi değildir,veya benim anladığım gibidir ama yanlış değildir.çünkü bu rabbimdendir,mutlak doğrudur.O halde bana yanlış gibi gelen bu konuyu bir bilene sorup izahını alayım demek gerekmezmi?
    Tanrı bilen olarak kendi peygamberinin ağzından kur’anve ehlibeyti emanet bırakmış,göstermiştir.Bu hakikatı atalarımız kabul etmiş,beli demiştir.O halde bizler de dini hakikatını öğrenmek,hakikate ulaşmak için ölçümüz olan kuran ve ehlibeyte danışmalıyız.Çünkü rabbim resulünün ağzından”size iki ağır emanet bırakıyorum;biri kur’an,diğeri ehlibeytim itretimdir.bunlar Kevser havuzunda bana ulaşncaya kadar,yani kıyamete dek birbirinden ayrılmazlar”diyerek uyulması gereken adresi göstermiştir.
    Kur’an kağıtlar üzerine yazılmış yazılardan ibarettir.Onu en iyi anlamak için bilene danışmak lazım.Yoksa bir takım ayetleri alıp kendimize göre yorumlayarak değil.Peki kimdir bu bilen.rabbimin de işaret ettiği,kıyamete dek birbrinden ayrılmayacak dediği Ehlibeytidir elbetteki.Hz Ali(as),sıffın savaşında tam galip gelecekken,lain muaviye ve taraftarları bir hile yapıp kuranı mızraklarının ucuna astıklarında ashabına dediği gibi:
    ”Bu bir hiledir,mızrakların ucundakiler kağıt parçasıdır,oysaki ben konuşan kuranım”.
    Demekki adres belli;kuranı doğru anlamak için Hz Ali’nin şahsında temsil olunan velayete yani 12 imama danışmak lazımdır.
    Yine: Bir gün bir sahabi,etrafına bakmışki herkes kuran diyor ama,farklı farklı şeyler söylüyor.ateist bile delillerini kurandan çıkarıyor.O zaman durup düşünüyor,herkes kurandan delil getirip farklı farklı şeyler söylüyor.Bu işin en doğrusunu, Kur’anın her bir ayetinin gerçek manasını bilen biri varsa ancak o bilebilir.Eğer bu kişiyi bulursam hemen ona tabi olacağım diyor ve başlıyor aramaya.Sahabilere soruyor;siz kurandaki her bir ayetin ne anlama geldiğini biliyormusunuz diye.Onların herbiri de birkısmını bilirim ama hepsini bilmem diyor.Sonra ömere gidiyor.O da ben hepsini bilmem Ali bilir ona git diyor.Adam Hz Al’inin yanına vardığında,hz Ali şöyle diyor:”vallahi ben kuranın her bir ayetinin anlamını,nerde ve ne için indiğini bilirim” ,bunun üzerine adam hemen orada hz Ali’ye tabi olarak onun şiası(taraftarı,o zamanlar Alevilere,aliye uyan anlamında şia diyorlardı) oluyor.
    Yani adres belli, o halde onlara şeksiz gümansız iman edip,tabi olmak gerekiyor.bir alevi değişinde dediği gibi hz Muhammed için “sen bir peygambersin,şeksiz gümansız”.
    Bu yola güman etmeden hakka tabi olanlara selam olsun!
    Ya Mehdi sahib liva gel yetiş!
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından Admin Perş. Nis. 23 2009, 17:04

    ALEVİLİK
    Bir inancın ne olduğunu anlamak için esas olan,o inancın kaynaklarına gitmek ve yaşanan pratiği tetkik etmektir.Eğer kaynaklarla yani teori ile pratik çelişyorsa pratiği teoriye uydurmak lazım.Böylece dini Allah’a has kılmış oluruz.Sonradan katılan,değiştirlen kısımlar olduğunda o inanç tahrif olmuş demektir ve böylelikle din Allah’a has olmamış,saflığını kayebetmiş olur.Ama ,ne yazıkki bugün,Aleviliğin esasını,aslını anlatan bir kısım insanlar,teori ile pratiği bir arada almamışlar.Genelde pratiği esas alarak ve hatta pratiği de tahrif ederek Alevilik tanımı yapmışlardır.
    Aleviliğin ne olduğu konusunda herkesin kafasına göre yorumlar yaptığı bir zamanda yaşamaktayız.Bu kişilere bu cesareti verende halkımın kendi inancı konusundaki cehaletidir.”Nasılsa bir şey bilmiyorlar ne dersem o olacaktır” mantığındalar.Ama onlar şunu unutuyorlarki HAK MUHAMMED ALİ söylemi hala dilimizdedir ve eğer biz bu inancı söylem olarak ta olsa dilimizden düşürmezsek,sonunda HAK MUHAMMED ALİ nin hakikatına ulaşacağızdır.İşte bunu bilen bu art niyetli çevreler bu nedenden ötürü bizi bu söylemden uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.Sizin de malumunuz son zamanlarda Alisiz Alevilik tarifi çıkardılar.Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söylüyorlar.Alevilikte görünmeyen tanrı inanışı yoktur diyorlar.Ayrı bir dindir ama semavi din değildir,natur dinlerdendir diyorlar.Yani HAK MUHAMMED ALİ inancının ilki olan tanrı inancını öncelikle yok etmek istiyorlar.sonra da nübüvveti temsil eden MUHAMMED i,sonrada velayeti temsil eden ALİ yi yok etmek istiyorlar.böylelikle adı Alevilik olan,ama içerik olarak başka bir şey,yani tam kendi istedikleri bir şeyi tarif ediyorlar.Yine bir kısım insanlarda yıllarca,hz Ali’nin kendin-den farklı bir Ali ve Ehlibeyt tarif ettiler.Ama artık bilgi çağında yaşıyor olmamızın sonucu olarak,araştıran insanların farklı bir Ali,Ehlibeyt görmeleri nedeniyle,bunun sebebi sorulduğunda önce,onlar değiştirmiş kendilerine uydurmuş dediler.Zamanla baktılar ki böylede olmuyor,hakikatlari gizleyemiyorlar.O zamanda biz ehlibeyti seviyoruz ama onların yolundan gitmiyoruz.Çünkü onların yolu şeriattır demeye başladılar(Tabi burada bahsettiğim kişiler bilinçli olarak çarpıtanlardır.Yoksa böyle yutturulan saf,cahil dedeler ve avam halk değil.) .Hâlâ da ehlibeyti eskiden anlatıldığı gibi anlatan kesim çoğunluktadır.Onlara niye böyle denildiğinde biz böyle yorumluyoruz.Bu ülkede demokrasi var herkes istediği gibi inanabilir diyorlar.Evet bu ülkede demokrasi var ama bu size bir inancın hakikatını değiştirme hakkı vermez.Ehlibeytin kendisi bu mektebin hakikatının ne olduğunu,inançlarının esas ve teferruatını kaynaklarda belirtiyorlar zaten.
    Ehlibeyt mektebinin aslına ulaşmak,ancak bu işi kendine dert edinmiş kişlere nasip olacaktır.Çok fazla umursamayanlar,araştırmayacaklarından,işin hakikatına da ulaşamayacaklardır.Eee,imtihan dünyası,iyilerle kötüler,inananlarla inanmayanlar böyle ayrışacak.
    Halkımın kendi inancı hakkında cahil kalmasının nedenleri şunlardır:
    Geçmişte sunni İslam inancına sahip Osmanlı,devlet gücünü kullanarak baskı,zulüm ve katliamlarla,halkımın dağlara kaçmasına neden olarak onların cahil kalma sebebi olmuştur.
    Günümüzde ise cumhuriyetin kurulmasıyla nispeten baskılar kalktıysa da,harf devrimiyle birlikte zaten kısıtlı olan Alevi kaynaklarına da ulaşamaz olduk.Çünkü bu kaynaklar Osmanlıcaydı ve artık okuyamıyorduk.Bu nedenle bu kaynaklar yıllarca sandıklarda kilitli kaldı.Bu arada bir kısmı da telef oldu tabi ki.
    Yakın zamana kadar bu kaynaklar üzerine ciddi akademik çalışmalar da yok denecek kadar az idi.Bir kısım Alevi aydını araştırmacılar da,aleviliğin hakikatini olduğu gibi kabul etmek ve aktarmak yerine kendi heva ve heveslerine,hatta inançsızlıklarına alet ederek;
    yukarı da da bahsettiğimiz gibi,Alevilik natur dinlerdendir,Alevilikte arap ali yoktur Zerdüşt ali vardır,emekçi ali vardır,görünmeyen bir Allah inanışı da yoktur,cennet cehennem de yoktur,cennette bu dünyadadır cehennemde deyip halkımı uyutmaya çalıştılar.
    Hele bir bakalım Alevilikte cennet-cehennem ,sorgu-sual,Allah Muhammed Ali,varmıymış?Galip dede’nin,Agâhi’nin,Teslim Abdal’ın,Kul Himmet’in aşağıya aldığım nefesleri anlatıyor bize gerçekleri.Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün:

    Ey mahzar-ü hem muzhir-i esrar Ali
    İsna aşerin hayline serdar Ali
    Anlar ki:hüseynü Musi-vü Caferdir
    İki Hasan üç Muhammed çar Ali
    Galip dede

    “İsna aşeriyye –İmamiyye” akidesince,imam,peygamberin şeriatının hafız ve mübelliği olduğundan,imamın da “nebi” gibi “masum” olması şarttır.
    Serçeşme-i Al-i Muhammed ve Esrar-ı Sırrı Velayet (yeni matbaa 1963 Hasan İpçi)
    Anlamı:ey esrara sırra nail olmuş Ali,12 imamın hepsine serdar,baş Ali,onlar ki Hüseyin musa ve Caferdir,iki hasan üç Muhammed ,dört Ali
    İşna aşer:12 anlamına gelir 12 imamı ifade eder.
    İSNAAŞERİYYE:12 imama bağlılık esasına dayanan şii mezhebi,caferiye.(Mehmet doğan Büyük türkçe sözlük).caferi mezhebinin 12 imam telakkisine dayanan kolu(Ferit develioğlu,Osmanlıca-türkçe lugat)

    Agâhi’yem Alevi,mezhebim Şia,Kızılbaşım
    Kerbela’nın firkatındandır,gözümden akan yaşım
    Hüseyn’in derdini,hiç kimseden sorma karındaşım
    Dile Zeynel Aba’dan sor,dile Zeyneb anadan sor



    …….
    Lanetullah ile her dem zikr edip yâd ettiler
    Bil fülan ibni fülanın şanını Bektaşiler
    Caferi mezhep olup secde-i tahkik ettiler
    Sürdüler şah-ı veli erkanını Bektaşiler

    Gördüler hak suretin fi mani-i ümmül kitap(fatiha suresi)
    Okudular hatmedip Kur’an-ını Bektaşiler
    Ey Virani canı başı terk edip hak ettiler
    Şah-ı Merdan yoluna kurbanını Bektaşiler
    Viran Abdal
    Hz onikiimamlar hutbesi sf 55
    (fatıma ana yayınları 2008)
    ……………
    Dünyasını mübah görür
    Veçhin eli ile alır
    Ademoğlu kafir olur
    Ahreti yok saymayınan
    Teslim Abdal hayatı ve şiirleri
    (kültür bakanlığı yayınları 2002,sf74,hzrlyn:İsmail özmen)

    Ahdım vardır cemalini görmeye
    Göster bir yol Muhammedi göreyim
    Kara yüzüm tabanına sürmeye
    Göster bir yol Muhammedi göreyim

    Mahlukat yön dönüp kamet ettiği
    Cebrail önünce hakka yettiği
    Hak kendi nurundan tahsil ettiği
    Göster bir yol Muhammedi göreyim

    …………………teslim abdal(aynı eser shf80)

    Okunan seladır duyun
    Müslümanlar Müslümanlar
    Allahın emrine uyun
    Müslümanlar Müslümanlar

    Kim Allah emrine uymaz
    Peygamber kavline girmez
    Sadakası kabul olmaz
    Müslümanlar Müslümanlar
    ……………teslim abdal(aynı eser shf82)

    biz ney idik bize bunca naz kıldın ya Mahbub
    hikmetine şükrederim ya ilahi çok şükür
    dertliye derman edici cümleye sensin tabib
    hikmetine şükrederim ya ilahi çok şükür
    …………………………teslim abdal(aynı eser shf 84)

    Kulağım man-i Muhammed
    Ağzım kelime-i şahadet
    Göğsümde kur’an-ı hikmet
    Hatim elif dal üstünde
    ………………..teslim abdal(aynı eser shf 164)

    İŞTE GELDİM İŞTE GİTTİM
    İşte geldim işte gittim
    Yaz çiçeği gibi bittim
    Şu dünyada neler ettim
    Ömürcüğüm geçti gitti
    * * *
    Çağırdılar imam geldi
    Her biri bir işe geldi
    Azrail pençesin saldı
    Can kafesten uçtu gitti
    * * *
    İşte geldi yuyucular
    Tenime su koyucular
    Kefenim elinde hoca
    Kefenciğim biçti gitti
    * * *
    El ettiler mezarıma
    Toprak attılar serime
    Sığındım kan keremine
    Gözüm yaşı taştı gitti
    * * *
    İmam telkine başladı
    Bir sevapçık iş işledi
    Komşular bizi boşladı
    Geri dönüp kaçıp gitti
    * * *
    Mezarıma bir melek geldi
    Benden bir sual sordu
    Hışım ile bir topuz vurdu
    Tebdilciğim şaştı gitti
    * * *
    Kul Himmet’im oldu tamam
    İşte geldi ahir zaman
    Yardımcımız Oniki İmam
    Can toprağa aktı gitti


    …………………………..
    Yesari yabana atmaz şahımız
    Ol destgirimiz ol penahımız
    Namazda niyazda secdegâhımız
    Muhammed Ali’dir Ali Muhammed
    YESARİ
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından Admin Perş. Mayıs 07 2009, 15:56

    SUFİLİK EVSAFI

    Alevi yoluna girmiş, yolun kurallarını uygulayan kişilere sufi de denilir. Sufiliğin özelliklerini, Buyruk şöyle anlatıyor:

    Sufi olan kimsenin oturduğu döşek onun postudur. Ve evi cennettir. Ve müminler melektir. Ve Müslimler huridir. Ve taamları (yiyecekleri) cennet taamıdır. Ve içtikleri su, cennet şarabıdır. Ve giymiş oldukları esvap cennet hullesidir. Ve yaktıkları çerağlar (delil) hak cemalidir. Söyledikleri nutuklar kelâm-ı âzimdir (Tanrı sözü). Verip aldıkları nefes Hak Teala'nın müberak adlarıdır.

    Ve dahi talibin ve pirin ve mürşidin ve rehberin ocağı; Sufi'nin Mekkesi ve Medinesidir. Ve evlerinin eşiğine niyaz eden sûfiler bin bir kerre hacı olur. Büyük ve küçük günahlardan kurtulup gerçek temiz olur. Ve o sufi, halk içinde gökteki meleklere benzer ve cennette huriye benzer. Ve yıldızlar içinde Ay ile Güneşe benzer. Ve âdemler içinde enbiyalara benzer. Ve dahi sufiler, sularda ab-ı hayattır. Zemzem’e benzer. Ve taamlar da bala ve helvaya benzer. Ve yemişler de hurma ve elma ve incire benzer. Çiçekler de güle benzer ve tutiyaya benzer. Ve sûfi ilimlerde Kelam-ı Kadim'dir. Ve dahi sûfilerin yüzleri Mushaf-ı Şeriftir (Kutsal Kuran'dır.) Yedi hat ve yedi fatihadır. Nefesleri binbir isimdir. Ve zülüfleri on ikidir. Ve etleri üç yüz altmış altı harftir. Kelam-ı Kadim'in (Kuran'ın) sözleri, onun yüzündeki çizgilerdir.

    Sûfilerin ve müminlerin ve müslümlerin birbirlerinin yüzlerine bakışları, Kuran okumak ve birbirine ulaşmaktır. Vaktinde âşık, maşuka ulaşmaktır.

    Amma sufi odur ki, dört kapının, kırk makamın, on yedi erkânın hizmeti onda mevcut buluna. Yâni, sufinin tevhidi mürşidine secde edip hak evinde müşahede edip hakka yetmek yani özünü tanımak olur.

    İmdi, cahil bu hikmetleri görür, küfür bilir. Bir âdemin küfrü gitmedikçe imanı tamam olmaz. Ve sûfinin orucu, mürşidine temenna vermektir (saygı, selam). Ve zekâtı, mürşidine niyaz vermektir. Ve haccı; mürşidine tecellâ eylemektir. (Mürşide görünmek, onu yürekte duymak.) Ve sûfinin gazası, mürşidine can-ü gönül ile başını ve canını vermektir. Sufinin kıblesi ve kâbesi mürebbinin ve rehberin yüzüne bakmaktır.

    Ve dahi, bir sûfi bir safinin evine varsa, ayakları ile ettiği günahlardan halas olur.

    İkinci: Bir Sûfi bir sûfinin eline öpse, elleriyle ettiği günahlardan halas olur (kurtulur).

    Üçüncü: Bir sufi, bir sufinin sıtık ile yüzüne baksa, gözleriyle ettiği günahtan halas olur.

    Dördüncü: Bir sufi, bir sufiyle birbirini sevip gönül verseler, gönül ve kalbi ile ettiği günahlardan halas olur.

    Beşinci: Bir sufi, bir sufiye dünya taamı (yemeği) yedirse, Hak Teala ol sufiye Cennet taamından yedirir.

    Altıncı: Bir sufi, bir sufinin evine gelse, yüzbin rahmet, yüzbin bereket, yüzbin hayrü hasenat gelir.

    Yedinci: Bir sûfi bir sûfiye güleryüz gösterse, o sûfinin evinden ve köyünden yüzbin türlü kaza ve bela gider.

    Sekizinci: Bir sufi bir sufi ile sohbet kılsa, Hak teala yer meleklerine ve gök meleklerine ve cennet hurilerine, Ay ve Güneş'e ve yıldıza demiş ki: “Bu benim sufi kullarımın zevklerine ve safalarına temaşa edin” Ve yer melekleri ve huriler ve enbiyalar, Ay ve Güneş ve yıldızlar, cümlesi, secde edip “Bu sufiler ki birbiriyle oturup sohbet eden kullarındır, bunların kadir ve kıymetini bize de ver” diyeler. Hallerini arz edeler.

    Hak teala hazretleri diye ki: “Bu sufiler birbiriyle secde ederler. Benim Güruh-ı Naci ve minhaci kullarımdır. Sair sufiler, taşa ve toprağa ve divara secde ederler. Bunlar birbirlerini görüp muhabbet ederler; bana secde ederler. Her kim beni isterse işbu kullarım ile otursun. Sanki benim ile durmuş ve oturmuş gibidir” der.

    İmdi yedi deryalar mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa ve yedi kat gök kâğıt olsa, tamamen insü cin kâtip olsa sufi ve naci kullarımın bir zerre kadar tabakasının vasfını yazıp tamam edemezler.

    Ve dahi, bir sufi, bir Müslümini haksız kazanç eylemeğe gönderse, sonra malına tamah etse. Şeriatta hımara bindirip, yüzüne kara çekip köyden köye ve şehirden şehre gezdirmek lâzımdır. Ve tarikatta başından tacın ve arkasından hullelerin ve elinden asasın alıp ta ebed merdut edip (sonsuza değin sürgün edip) kabul etmeyeler. Ve maarifet kapısında ve cemde bir sofrada ol kimse ile oturmayalar. Ve ölürse namazını kılmayalar. Ve hakikat kapısında ol kişiye secde ettirmiyeler. Ve dahi peygamber ise ona ümmet olmıyalar. Çünkü rızasız lokmasın yedi.

    Ve dahi bir sûfi bir sûfinin hatırın yıkıp incitse... O yıktığı hatırı yapmayınca, ol sufiyi mürşit ve üstad ve pir ve rehber ve mürebbi kabul etmeyesin...

    Ve dahi bir sufinin kendi ile pirin arasında bir günah olsa, pir günahından geçip affeylese ol kimseye pir, sûfi günah sormak erkân değildir.

    (...)

    İmdi, beş nesne ile sufilik etmek erkân değildir.

    Birinci: Eğer sufilik saz ile olsaydı; puşalar ve ozanlar onu hiç kimseye vermezlerdi.

    İkinci: Avrat ile kız ile gelin ile de olsaydı sufilik, çengi ve şirin hatunlar onu hiç kimseye vermezdi.

    Üçüncü: Sufilik secde ve sücut ile olsaydı ve namaz ile olsaydı zahitler ve âbitler hiç kimseye vermezdi.

    Dördüncü: Sufilik, eğer bir yerde erkekler cem olup oturmak ve gülmek ve şarap, rakı içmekle olsaydı, onu bekriler ve tiryakiler hiç kimseye vermezlerdi.

    Beşinci: Hırsızlıkla olsaydı; cepçiler, hırsızlar, eşkıyalar kimseye vermezdi.

    İmdi malûm oldu ki, sufiliğin aslı ayin-i erkânca, edep ile ve hayâ ile ve fark ile ve mizan ile ve yakınlık ile ve itikat ile ve icazet ile ve iradet ile ve hizmet ile ve rıza ile ve aşk ile ve muhabbet ile ve erkân ile ve ustad ile ve mürebbi ile ve musahip ile ve âşina ve kazanç ile ve meşrep ile ve lütf-ü kerem ile olur. Sufilik, cevr ile sitem ile cefa ile zul ile olmaz. Mürşidi kâmilin ve üstadın ve ayin-i erkânın sır nefesi budur.

    Üç Sünnet Yedi Farz

    Alevi yolunun dinsel cephesinin anlaşılması için, sünnet ve farz kavramının da basit olarak bilinmesi gerekir. Bu sünnet ve farzlar, insanların eğitimlerinin bir aracıdır.

    Buyruk'ta şöyle açıklanıyor sünnet ve farz:

    Birinci sünnet budur ki; daima Allah'ın kelamı dilinden gitmeye. Kelimeyi tevhit kalbinden gitmeye. İkinci sünnet budur ki; kalbinden adaveti (düşmanlığı) gidere. Üçüncü sünnet budur ki; eğer talip bin ise bir gibi otura, hemen biri söyleye.

    Birinci farz budur ki, zahit dinini şeytandan nice sakınırsa, tarikat ehli de yolunu, dinini öyle sakına.

    İkinci farz budur ki, dest-i kudret makamına iletmiş ola. Yani candan geçe, haktan dönmeye.

    Üçüncü farz odur ki dünya kendine zerre kadar gelmeye.

    Dördüncü farz oldur ki halifeden tövbe ala.

    Beşinci farz oldur ki halifeden, musahip hakkını cemiyete yedire.

    Altıncı farz oldur ki halifeden hırka giye.

    Yedinci farz oldur ki halifeden tac urunmaktadır.

    Ve dahi, sufiliğin bir şartı dahi vardır. Şart odur ki özün meşayih yetüre.

    İmdi, üç sünnet yedi farz üzerine olmayan sufiye, sufi deyip inanmayasın.

    On İki Farz

    On ikiden birinci, haktan korkmaktır. Yani talibe gerektir ki evvel hakkına doğru sözlü ola. Ve doğru işli ve helâl lokmalı ola.

    İkinci: Kimseye haksız söz söylemeye. Kamu halka bir göz ile baka. Kendi özünü cümleden aşağı gözleye.

    Üçüncü: Halka şefkat ve nasihat kıla, edep ile ola. Yol ve erkâna can ve baş vere.

    Dördüncü: Ehli tazarru ola. Yani âdemi aziz göre ve izzet ile her birine hürmet kıla, hakir tutmaya.

    Beşinci: Rızaya teslim ola. Tanrı'dan gelene razı ve belalara sabır ede ki hakkı inkâr etmeye.

    Altıncı: Tevekkel ola. Dünya işlerine çok önem vermeye...

    Yedinci: Her şeye tahammül kıla. Hak Teale görücüdür.

    Sekizinci: Haktan sakınır ola ki, kazai asiman erişmeye.

    Dokuzuncu: Kanaat ehli ola. Aza kanaat ede ki, çoğu bula.

    Onuncu: Haktan gelecek rızkı için gam yemeye.

    On birinci: Uzlettir. Halka karışmamak gerektir.

    On ikinci: Talip olanda hak sermayesi ola.
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından Admin Perş. Mayıs 07 2009, 15:58

    Renkler ve Kokular

    Alevilerde Sayılar, Renkler ve Kokular

    BİR: Yaratıcı, yaşatıcı olan Allah'tır, tektir. Vahdetin (birlik) sembolüdür. “Söz bir, Allah bir, yol bir” denir.

    ÜÇ: a) Üçlemedeki Allah, Muhammet, Ali.

    b) Bektaşi terbiyesindeki, “eline, diline, beline” formülü.

    c) Mürit-Rehber-Mürşit: (İstekli, yol gösterici, aydınlatıcı.)

    DÖRT: a) Dört kapı: Şeriat-tarikat-marifet-hakikat.

    b)Dört unsur: Toprak-Su-Ateş-Hava.

    c) Dört melek, Dört Resul, Dört Kitap...

    BEŞ: Pençe-i Âl-i aba: Ehlibeyt... Bir elin beş parmağı. Bu, Arap yazısıyla Allah biçimindedir. (Aslı, Penç-i Âl-i Aba'dır.)

    YEDİ: a) İmam Ali'de bulunan üstün özelliklerin sayısı. Hz. Muhammet, Hz. Ali'ye, “Ya Ali! Sende bulunan yedi sıfat, başkasında bulunamaz. Kimse sana ahrette, 'Bizde de bu sıfat vardı' diyemez.” buyurmuştur.

    b) Gaip erenlerden en önemli 7 kişi.

    c) Gökkuşağı. Fatma Ana kuşağı diye anılır, yedi renkli.

    SEKİZ: Cennet'in sekiz kapısı vardır, sekiz derece üzerindedir, sekiz adı vardır.

    ON İKİ: Bu sayıya altın zincir de denilir.

    a)Yolun altın zinciri olan On İki İmam'ı gösterir.

    b) Alevi tacı (külahı) On İki terklidir (dilimli). Tacın tepesinde hakikat noktasında (gül veya mühür denen yuvarlak) toplanması, Allah'ın birliğine işaret sayılır.

    c) Nasip alanın on iki huyu açık, on iki huyu kapalı gerek.

    d) Aylar on iki, burçlar on ikidir.

    ON DÖRT: a) On Dört Masumupak (Bunlar Oniki İmam'ın küçük yaşta zehirlenerek veya katledilerek şehit edilen yavrularıdır).

    b) Kuran-ı Kerim'in on dört kıraat (okunuşu) tarz ve usulü vardır.

    ON YEDİ: Hz. Ali, oğullarından on yedisine kemer bağlamıştır. Ayrıca on yedi savaşçı daha vardır ki, bunlara da kemer kuşatılmıştır. Bunlara 17 Kemerbest'ler derler.

    KIRK: Kırklar Meclisi'nde geçer. Bunlar, yeryüzünde her zaman var olduğuna inanılan ulu kişilerdir.

    RENKLER: Aleviler; beyaz rengi Hz. Muhammet'e, al rengi Hz. Ali'ye, siyahı Hz. Fatıma'ya, açık yeşil ve sarıyı Hz. Hasan'a, açık kırmızı, pembe ve yeşili Hz. Hüseyin'e bağlarlar. Hz. Muhammet cuma günleri yeşil, savaşta siyah, öteki günler beyaz sarık taşırmış. Hz. Ali, savaşta kırmızı, bunun dışında beyaz imame sararmış.

    Koyu sarı renk de, Fatıma Ana rengidir. Sarı, kız sembolü olarak kullanılır.

    Aleviler, mavi rengi sevmezler; bu rengi, melun Muaviye ve Yezit kullanırmış diye inanırlar.

    Kokular:

    Gül kokusu, Hz. Hüseyin'e, şebboy Hacı Bektaş Veli'ye, çeşitli güzel kokular da Hz. Muhammet'e, Hz. Ali'ye bağlanır...

    2002 Yılı Ekleri Kaynakçası
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından Admin Perş. Mayıs 07 2009, 16:04

    ALEVİLİKTE YOLUN KAYNAĞI

    Muhammet-Ali Kavramı


    Alevi inancına göre, Ali'nin nuru ile Muhammet'in nuru aynıdır. Muhammet bir ilim şehridir; Ali ise o şehrin kapısıdır. Alevi inanışına göre İslamiyete giriş, ancak bu kapıdan olur. Bunun yolu da Aleviliktir.

    Alevi felsefesinde, Muhammet'le Ali özdeşleşmiştir. Bunun sonucunda da “Muhammet-Ali” kavramı doğmuştur. Bu ifadenin Muhammet'le Ali gibi; veya, Muhammet ve Ali gibi algılanması yanlıştır.

    Burada, iki varlık gibi görünen tek varlık vardır. O varlığın dışı Muhammet, içi Ali'dir. Dış, nübüvveti (şeriatı) temsil eder; iç ise velayeti (hakikati) ifade eder.

    Buna bağlı olarak ilk İmam Ali, “Ben konuşan Kuran'ım” demiştir. Bu sözde, peygamberin ilmine halife olmak durumu söz konusudur. Bu hilafet de nübüvvettin manevi anlamda devam ettirilmesi anlamına gelir.

    Peygamberin manevi mirasına sahip çıkan Hz. Ali, “Perde kaldırılsa bile, 'yakıymin' artmaz benim” demiş ve Tanrı'ya olabilinecek kadar yakın olduğunu, açıkça dile getirmiştir. İmam Ali, ayrıca şöyle demiştir:

    “Biziz peygamberlik ağacı; peygamberlik vahyinin indiği yer, meleklerin gelip gittiği mahal, hikmetlerin kaynakları, ilmin madenleri biziz!..”

    Hemen belirtelim: Söz konusu olan, peygamberlik iddiası değildir. Baştan beri vurgulandağı gibi, peygamberliğin içyüzü olan ve sürüp giden velayet olgusudur.

    Velayet, İslamiyet'in özüne ulaşmayı hedeflediği için kalıplaştırılmamış,sürekli yenileşmeyi, araştırmayı gündeme getirmiştir.

    Muhammet-Ali kavramının ne olduğunu daha iyi açıklamak için, Alevi söylencesinden ilginç bir örnek veriyoruz. Burada Alevi yolunun kaynağının ve erkânın bazı özellikleri de görülmüş olacaktır. Şöyle diyor söylence:

    Halık-ı âlem Tanrı kudretini âşikâr kılmak diledi. Yüksek, alçak, sağ, sol, doğu, batı, kuzey, güney, yer, gök, güneş, ay, yıldızlar, yıl, gün, bütün bunları dileyince, kemal-i kereminden ve lütfu inayetinden bir şeyil deniz yarattı.

    Sonra o denize bakıverdi. Deniz dalgalandı, coştu. Ve bir cevheri dışarıya düşürdü.

    Yüce Tanrı, bu cevheri aldı. İkiye böldü. Parçalardan biri yeşil, biri ak iki nur (ışık) oldu. Yeşil kubbe misali bir kandil asılı durmaktaydı. Allah, bu nurları, bu yeşil kubbe misali asılı olan kandile koydu. Yeşil nur, Muhammed Mustafa'nın, ak nur da Murtaza Ali'nin nuru oldu... Bu nurlar, bütün nurların en ilki idi.

    Sonra yüce Tanrı, bir melek yarattı ve adını Cebrail koydu.

    Ona sordu: “Sen kimsin, ben kimim?”

    Melek eyitti: “Sen sensin, ben de benim!”

    Bunun üzerine Allah, ona kahreyledi. Bir ateş gibi yaktı...

    Hak Teala, daha sonra beş melek yarattı. Onlara da aynı soruyu sordu. Aynı cevabı alınca, hepsini yakıp yok etti.

    Aradan altı bin yıl geçti. Bir melek daha yarattı. Bu meleğin de ismini Cebrail koydu. Gene sorusunu tekrarladı:

    “Sen kimsin, ben kimim?”

    Cebrail cevap veremeyince, “Uç” diye emrolundu. Altı bin yıl gezdi. Bin yıl uçtu. Sonra gene Tanrı'nın huzuruna geldi. Hak Teala gene sordu:

    “Sen kimsin? Ben kimim?”

    Cebrail gene cevap veremedi. Tekrar emrolundu; uçtu altı bin yıl, seyreyledi. Fakat artık aciz kalmış, düşmeli olmuştu.

    Hak Teala, o zaman inayetiyle, meleğin batın (içteki) gözünü açtı.

    Melek, o zaman kudret kandilini gördü. Ona kondu. Fakat kapısını bulamadı. Niyaza vardı. Niyazbend oldu. Bir kapı açılıverdi. Hemen içeriye girdi.

    İki nur gördü ki, bir vücut olmuş, biri ak, biri yeşil.

    Ak nur seslendi: “Ey Cebrail! Var buradan yüce Tanrı'ya git. Sana sual etse gerek. Sorarsa, şöyle cevap ver: 'Sen Hak’sın, ben mahlukum' de!”

    Melek gitti, Hak Teala, meleğine hitap etti: “Sen kimsin, ben kimim?”

    Cebrail, “Sen Hak’sın, ben mahlukum” (Sen yaratansın, ben yaratılanım) diye cevap verince Tanrı, seslendi:

    “Rahmet üstadına ve pirine!”

    Şimdi, pir Muhammed Mustafa'dır, üstat da Aliyyül-Murtaza'dır. Cebrail'in üstadı Murtaza Ali'dir. Mürşit, üstat Ali ve pir, Muhammed'tir...

    Yüce Tanrı daha sonra dört melek yarattı. Biri Mikail, biri İsrafil, biri Azrail, biri de Azazil'di. Dördü, Cebrail'i bilmiyorlardı. Evvela birbirlerine, sonra Cebrail'e sordular:

    “Sen kimsin, ben kimim?”

    Cebrail, eyitti. “Bir mahluksunuz, ben de bir mahlukum” dedi.

    Mikail, İsrafil, Azrail inandı. Fakat Azazil inanmadı.

    Bunun üzerine Cebrail, “Geliniz göstereyim” dedi. Hep birlikte Cebrail'i takip ettiler. Zahiri, batını nurla dolu beyaz, dönen kubbe misali, asılı bir kandil gördüler. Yedi kapısı vardı. Fakat kapıları açılmadı.

    Cebrail eyitti: “Ya Rab! Ne hal oldu?”

    “Kandilin her kapısına bin bir gün hizmet etsinler” diye emir geldi.

    Azazil de bin bir gün ibadet etti.

    Nihayet kapı açıldı. İçeriye girdi. Bir vücut olmuş iki nur gördü. Tam bu esnada bir ses işitildi:

    “O nura secde et!”

    Azazil dedi ki: “Bu da yaratılmış bir vücut!”

    Secde etmedi. Üstüne tükürdü. Benlik yurduna oturdu. O tükürükten bir tevkil nesne bitti. Bu bir tavktı ki, nihayet şeytanın boynuna geçti. İşte şeytanın Âdem'e düşmanlığı buradan başlar.

    Melekler, levh, kalem, arş, cennet, cehennem, gökler ve arzın hilkatinden üç yüz yirmi dört bin yıl önce Tanrı, kudret eliyle kendi ışığının güzelliğinden bir avuç nur yarattı. İşte bu nur, Muhammet ve Ali'nin nurudur, o nurdan Muhammet ve Ali yaratıldı.

    Sonra, Allah, “Bana secde eyleyin” diye emreyledi. Dünya yıllarıyla yüz yirmi dört bin yıl, secde emrinde, Hakka hizmet ettiler.

    Sonra, zahiri ve batını nur ile dolu Muhammet ve Ali'nin pırıltısından bir inci yaratıldı ki, Muhammet ve Ali'nin nuru burada karar kıldı. Bu âleme “Âlem-i Umman” derler.

    Bu Âlem-i Umman'da henüz Cebrail ve sair melekler yaratılmadan önce, biri diğerinin üzerinde yetmiş bin şehir halk olundu. Her birinin genişliği, dünyanın yetmiş misli büyüklüğünde idi. Her birine yetmiş bin mahluk yerleştirilmişti ki, bunlar melekler, insan ve cinden başka mahluklardı. Hak Teala “Olun” buyurmuş, o anda cümlesi halk olunuvermişti!

    Bu mahlukların her biri yetmiş bin yıl ömür sürüyor, yedi farz, üç sünnet üzere Hakkı birleyen, Hakka ibadet ve taatle meşgul oluyorlardı. Fakat bir zaman sonra içlerinden yol düşmanı, çirkin kokulu, sufi siyahında birkaçı, Hakkın emrine karşı gelip isyan etti. Allah'ın emrini kırdı. Muhammet ve Ali erkânından ayrıldı. Hak Teala da kahrıyle o şehirleri birbirine vurup parça parça etti. İçindeki mahluklarla birlikte bir anda yok ediverdi.

    Aradan zaman geçti. Hak gene bir tür yaratık halk etti. Yine Âlem-i Umman'da seksen bin şehir yarattı. Fakat bu şehirler evvelkilere nazaran küçerekti. Her biri on bu dünya denli idi. Bütün bu şehirleri, kudret ve kuvvetiyle, hardal taneleri gibi, bir cins hububatla doldurdu. Ve akabinde bir yeşil kuş halk etti. Ve bu kuşa o tanelerden yılda bir tane gıda takdir eyledi.

    Bu mübarek kuş, şehirlerin etrafında uçar, yılda bir tane yemek suretiyle kanaat ederdi.

    Âkıbet, bütün şehirlerin tanaleri tükendi. Artık yiyecek bir şey kalmamıştı. Kuşun ruhu vücudundan uçup gidince, Yüce Tanrı gene coştu. Kendi zatına tanıklık edecek insan biçiminde yüz yirmi bin latif yaratık halk etti. Bunların hepsi insanın atası Âdem'den gayri ve meleklerden evveldir. Fakat bunları birden değil de, birer birer halk etti. Ve her birine seksen bin yıl ömür verdi. Böylece bu mahluklar da bir bir gelip geçti, yok oldu.

    Gene âlemde yalnız Muhammet ve Ali'nin nuru kaldı.

    Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılır ki, Alevi düşüncesinde, Muhammet ve Ali nuru, ebedidir. Bu durum, Yunus Emre'den günümüze değin bütün Alevi ozanların şiirlerine yansımıştır.

    Kırkların Cemi

    Alevilerdeki en önemli uygulama sayılan cem töreninin ve semahın kaynağı da şu söylenceye dayandırılmıştır.

    Peygamber Muhammet Mustafa, Mirac'a giderken, yolda önüne bir arslan çıktı. Arslan yatmış, yolu kesmişti. O an, “Amcamoğlu Ali, şimdi burada olsaydı bu arslanın hakkından gelirdi” diye düşündü. Bu sırada bir ses duydu: “Yüzüğünü (hatemini) arslana ver...”
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından Admin Perş. Mayıs 07 2009, 16:05

    devamı:sayfa (2)

    Peygamber yüzüğünü çıkardı, arslanın ağzına verdi. Orda nişan kaldı, arslan sakinleşti... Peygamber Sidretülmünteha'ya erişti. Dost dosta kavuştu. Doksan bin kelam söyledi. Otuz bini şeriat, otuz bini tarikat, otuz bini de hakikate aitti.

    Miraçtan döndükten sonra Resul Hazretleri, Ashab-ı Suffa'nın kapısına vardı. Kırklar orada sohbet ederler idi. O Hazreti Resul, kapıya vurdu.

    “Kimsin” dediler. “Nedir isteğin?”

    Resul Hazreti eyitti:

    “Peygamberim, açın kapıyı, içeri gireyim, siz erenler ile dem-i didar görelim” dedi.

    İçeridekiler:

    “Bizim aramıza peygamber sığmaz. Peygamberliğini var ümmetine eyle” dediler.

    Hazreti Peygamber bunu işitip hemen geri döndü. Hak Teala Hazretinden ol vakit ses geldi ki:

    “Ya Muhammet, ol kapıya var...”

    Resul Hazretleri o sesi işitip derhal geri döndü. Yine geldi, ol kapının halkasına vurup kapıyı tıklattı.

    İçeriden, “Kimsin?” dediler.

    Hazreti Resul eyitti:

    “Resulüm... Açın kapıyı, içeri gireyim, mübarek cemalinizi göreyim” dedi.

    İçeridekiler:

    “Bizim aramıza Resul sığmaz ve hem bize gerek değildir” dediler.

    Resul Aleyhisselam bu sözü işitince geri döndü, diledi ki, feragat gele. Kendi makamına geri sakin ola. Tanrı'dan Peygamberin kulağına aynı ses erişti: “Ya habibim, var yine o kapıya, o meclise dahil ol. Kande gidersin, dön geri.”

    Seyyid geri döndü. Geldi ol kapının halkasına el vurdu. İşaret eyledi. Yine dönüp geldiğini bildirdi:

    Eyittiler ki, “Kimsin?”

    Resul eyitti:

    “Sırrıl kayyum, hadimül fıkarayım.”

    (Yoksulların hizmetçisi olduğunu söyleyen Peygamberin o esnada, “Ene biatihim, ene miskinim, ena fıkarayım.” dediği de rivayet olunur... Bu, “Yoksulum, sizlerden birisi ve sizlere uyanım” demek olur...)

    Kırklar eyittiler:

    “Merhaba! Ehlen ve sehlen” dediler. Yani, “Hoş geldin, kadem getirdin, gelmekliğin müberek olsun” dediler.

    Resul Hazretleri bismillah deyip ol kapıdan içeri girdi. Evveli sağ ayağını bastı. Baktı gördü ki, otuz dokuz sahabe otururlar. Meğer birisi taşraya çıkıp yiyecek bulmaya gitmiş idi. Selman Farisi derler idi ona. Meğer ki, Şah-ı Merdan Ali dahi ol muhabbette hazır idi. Bunlar, Resul hazretlerini görünce ayağa kalkıp kıyama durdular. Yer gösterdiler. Seyyid geçip, Murtaza Ali'nin yanına oturdu. Lakin Ali olduğunu bilmedi. Ondan sonra baktı; yirmi ikisi erkek, on yedisi kadındır. Meğer Fatıma Ana da orada imiş. Haber sorup eyitti:

    “Sizler kimlersiniz, size kim derler?”

    Eyittiler:

    “Biz Kırklarız” deyi cevap ettiler.

    Muhammet Mustafa dedi ki:

    “Ben müşkilde kaldım. Sizin küçüğünüz ve ulunuz kimdir ve hanginizdir,” “Bizim ulumuz da uludur ve hem küçüğümüz de uludur”deyü. Kırklar cevap ettiler.

    Hazreti Muhammet Mustafa eyitti:

    “Ya hani biriniz eksik, noldu biriniz?” dedi.

    Kırklar eyitti:

    “Ya Seydullah, dışarı gitti. O, Selman'dır.” deyü buyurdular. Ve hem dediler ki, “Niçün sordunuz. Selman da burda hazırdır, hazır bil” dediler.

    Hazreti Resul onlardan, bunun için bir nişan istedi. Ol demde, Şah-ı Merdan Ali mübarek kolunu uzattı, ve birisi “destur” deyü ona neşter ve bıçak vurdu. Kan revan oldu, ol vakit, cümlesinin bileğinden de kan aktı. Bir damla kan dahi pencereden gelip meydana döküldü. Meğer ki, taşka çıkan Selman Farisi kolundan idi. Murtaza Ali'nin kolunu bağladılar, cümlesinin kanı durdu. Ol dem onı gördüler kim, dışardan, Selman Farisi geldi. Bir üzüm tanesi getirip seyyidin önüne koydular, eyittiler:

    “Ey hadimül fukara, hadimlik edip, bu üzüm tanesini Kırklara kısmet eyle” dediler.

    Seyyid, dura bakıp fikre düştü: “Bunlar kırk kişi, bu bir üzümü nice kısmet edeyim?” dedi. Derhal Yüce Tanrı'dan Cebrail Aleyhisselam'a emroldu ki, “Habibim, fikirde kaldı. Tez yetiş, cennetten bir nurdan tabak al, Habibim Muhammed'e ilet. Ol üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eylesin. Kırklara bahşedip içirsin” dedi.

    Cebrail Aleyhisselam, Cennetten bir nur tabak alıp Resul Aleyhisselam'ın huzuruna geldi. Hak Teala hazretlerinin selamın farz kıldı. Ol tabağı önüne koydu:

    “Şerbet eyle, ya Muhammet!” dedi.

    Kırklar bakıp dururken onu gördüler ki, Seyyidin önünde bir nurdan tabak zahir oldu.

    Gün gibi şule verdi. Seyyid o tabak içine su koyup parmaklarıyla üzümü de şerbet eyledi. Kırkların önüne koydu. Hak Teala hazretinin bunda hikmeti var idi. Kudret zahir olsa gerek idi.

    (Bu söylencenin değişik biçiminde üzümü yeşil benli bir elin ezip şerbet eylediği, bu elin de Hz. Ali'ye ait olduğu dile getirilir.)

    Kırklar ol şerbetten içtiler. Cümlesi mesti elest oldular, kendilerini yavi kıldılar. Bunlara bir halet oldu ki, oturdukları yerden ayağa durdular. Bir kerre “Ya Allah!” deyip dest verdiler. Üryan ve büryan samaha girdiler. Seyyid dahi bunlarla semah ederken mübarek başından imamesi yere düştü. O imameyi aldılar, kırk pare kıldılar. Bellerine bağlayıp tennure ettiler.

    Daha sonra Resul’ün çevresine toplanıp Miraç'ı sordular. Dediler ki: “Ya Resulullah, Hüda aşkına, bize hak süphane ve teala hazretlerinin sizlere beyan eylediği ne ise beyan eyle ki, bizler de işitelim”

    O sırada Şah-ı Merdan Ali de yanlarına geldi. Peygamber baktı ki, Miraç yolunda önüne çıkan Arslan'a verdiği yüzük onun parmağındadır. O zaman hakikatı anladı. Ashabına dedi ki: “Gelin hakikate talip olun ki, Hakkın sırrına yakın olasınız” Ondan sonra, ashaplar eyittiler:

    “Hakikat nedir beyan eyle göreyim” dediler.

    Peygamber Hazretleri eyitti:

    “Hakikat odur ki, evvel özünü kendi kendine yar-ı ihtiyar ile bir yere teslim edin. Onun emrine iradet getirin” dedi.

    Ashaplar, Hazreti Resul'e eyittiler:

    “Biz dahi biat kılmaya, iradet getirmeye geldik” dediler.

    İkrar edip talip oldular. Resul Hazretleri buyurdu ki:

    “Ya ashaplar, hakikat Ali hakkındadır. Varın, Hazreti Ali'ye iradet getirin” dedi.

    Cümle ashaplar vardılar, Hazreti Ali'ye biat kıldılar, talip olup iradet getirdiler.

    Hazreti Resul buyurdu, iki adamı birbiriyle müsahip ettiler. Peygamber Aleyhisselam, Ali ile müsahip ve kardeş oldu. Birlik manasını gösterdiler. Peygamber Aleyhisselam kendi mübarek eliyle kuşağını açtı. Ali'yi bağrına bastı. İkisi bir gömleğe girdiler. Baş iki, gövde bir oldu, gördüler. Peygamber, Hazreti Ali hakkında bu hadisi okudu:

    “Lahmike lahmi, demmike demmi, ruhike ruhi, cismike cismi” dedi. Yani, “Ali'nin eti benim etim, kanı benim kanım, ruhu benim ruhum, cismi benim cismimdir.”

    Âdem'den Hatemülenbiya'ya gelinceye değin, yol-erkân yok idi. Muhammed Mustafa ve Aliyyel Murtaza cümleye rahmet geldiler, dini zahir eylediler. Erkân koydular. Şeriat zahir oldu. Tarikat ve hakikat sırroldu. Şeriat Muhammet'in oldu. Tarikat ve hakikat Ali'nin şanına geldi.

    Bu anlatılan öykünün tümü söylenceden oluşmaz. Gerçekle gerçeküstü iç içe girmiş ve bu yolla Alevi felsefesinin temellerinden birisi atılmıştır. Dikkat edilecek olursa, burada, temel olan insandır... Kadın dışlanmamıştır. Ama o cinsel öğe olmaktan çıkartılmış; ermiş derecesine yükseltilmiştir. Kadın erkek farkı olmadığı gibi, büyük küçük farkı da ortadan kaldırılmıştır. İslami motifle yoğrulan bir felsefenin şeriat anlayışı ve katılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu söylencede, İslamiyetin son derece mütevazı ve o derecede yumuşak, insancıl, eşitlikçi bir yorumu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu söylenceyi, bir masal gibi değerlendirmek yerine, bunun içine yerleştirilen Alevi inancını anlamaya çalışırsak, Aleviliğin sırlarından birisini çözmüş oluruz.
    alevi-veysel


    En son Admin tarafından Perş. Kas. 05 2015, 20:31 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi (Sebep : tr yeni,leme)
    alevi-veysel
    alevi-veysel
    çalışkan üyeler


    Mesaj Sayısı : 999
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Tasavvufun Aşamaları: Empty Geri: Tasavvufun Aşamaları:

    Mesaj tarafından alevi-veysel C.tesi Mayıs 30 2009, 17:23

    Tasavvuf Nedir
    Şeriat yargıları denen şekilci (ortodoks) kurallara bir tepki olarak doğan , onları yumuşatıp dahada genişleten , dini dış anlamlardan kurtarıp kur’an’ın gerçek anlamını ortaya çıkartan , kapsamını ve içeriğini zenginleştiren , çokluğu ( kesreti) bir yana bırakıp ondada birlik gören ve nefsi temizleye ,temizleye olgunluğa ulaştıran bir inanış ve düşünüştür (TASAVVUF)

    Tasavvuf’un vahdeti vucutu (vucut birliği) kendisine esaslı bir direk haline getirdiği şüphesizdir.

    Mutasavvıf, yani tasavvuf ehli yada sofi sözcüğü hakında yerli yersiz bir çok savlarda bulunulmuştur. Sof sözcüğü Arapcada yün anlamına gelmektedir.

    İslamın ilk dönemlerinde yünden elbise giyen kişilere Sofi denilmiştir. Mtasavvıf sözcüğünün buradan türediği savı akla yatkın bir savdır. İlginç, İran’da da dervişlere , yün elbise giyen anlamına gelen peşmine- püş denilir

    Genel olarak bilgi , dış bilgi (zahir ilmi) ve iç bilgi ( batın bilgi) olmak üzere ikiye bölünmüştür. Bütün nazari bilgiler , dinde de şeriat , Kur’an yargıları ve söze dayanan bilgiler (kelamı bilgiler) birinci bölümü meydana getirirler. Bunlar . Bunlar dış yollarla okumakla edinilirler.

    İç bilgisi gerçekler bilgisidir. Bu bilgi iç temizliğiyle içten duyularak edilir. Bu yöntemlerle , içten doğup gelen gerçeklere tasavvuf bilgisi adını verirler . Bu bilgi insanları dağınıklıktan kurtarır. Bir arada toplu olarak , kardeşlik ruhu ile birleşmiş olarak iyiliğe ve olgunluğa götürür.

    Dış bilgisi ; bir tolumu kurar , insanın insanlık haklarını özgür düşünmesini ,kişisel görüşler (içtihat ) yürütebilmesini ve erkinlik hakkını kullanarak düşündüğü gibi işlemek yetgisini sağlar.

    Dış bilgisi olan kimse iyi insan olur fakat yalnız kendisi ,için.... İç bilgisi olan kimse ise bütün insanlık için hayırlı ve faydalı olmayı amaçlar , öyle düşünür ve böyle olmayı becerir. Bu amacın gerçekleşmesi özveri duygusu ile olurki bu duygunun oluşması için muhabbet ve severek isteme gerekir. Dış bilgisinde benlik ve taasub iç bilgisinde aşk ve özveri vardır.

    Şeriat adamı : Bu senindir , bu benim derken hakikat yoluna giren hem senindir hem benim der . Yolun sonunda gerçeğe ulaşıncada Ne senindir Nede benimdir kuralı uygulanır. Tasavvuf sadece söz değil haldir, iştir Düşünceyi yaşamaktır . Tasavvuf bilgisi yani iç bilgisi azalan yerde bağnazlık taasub) artar.

    Gizemcilik (Mysticisme) deyimini ilk önce kullanan (Denys I’Areopagite’dir) bu kişi Atinada evegue ( piskopos) idi. İsa’nın havvarilerinden Saint Paul tarafından Hıristiyanlığa alınmış ve Miladi I. Yüzyılda yaşamış bir kimsedir. Noms divins isiml, bir kitabıda vardır. Gizemcilik (Mysticisme) eski Yunancadır. Dilsiz olmak , ağzını ve gözlerini kapamak anlamına gelen Mu-o sözcüğünden tğremiştir,

    Denys, Noms divins adlı kitabında ; Masivadan geçmek ve kendini yok etmek ile Hakk2a erişileceğini söyler ve akıl değil aşk ile elde edilen bir marifete de tasavvuf inanışı , yani mysticisme der. Yukarıda geçen masiva sözü Tanrıdan gayri her şey anlamında kullanılmuştır.

    Alman asıllı Yazar Yajop Boehme (1575-1624) de insanla Allah konusunda 25 yaşında iken cezbeye kapılıp Boehme’ye göre ....Allah , alemden ayrı değildir. Ruh ;nsan bedenınde nasılsa Allah’ta alemde öyle bir durumdadır. Allah göklerde değil insanın kişiliğinde (zatında) gizlidir. İnsan onunla beraber yaşamaktadır. Allahta insanda yaşıyor.İnsan temiz ve saf ise Allah’tır. (1)

    Ruh ayrı bir varlık gibi Allh’dan ayrı kalırsa Allahı anlayamaz’

    Fakir Dr. Bedri Noyan’a göre tasavvuf, din bilgisi değil, yaşam ve gönül bilgisidir. Yaşamın sonsuz görünüşleri (tezahürleri ), bütün bilimlerin sonuçları ile insanı ve onun gönül evrenini insanlığı olgonlaştırıcı bir düşünüş- inanış ve bu düşünüş –inanış inanışı uygulama bilgisidir. Bunun baştada sondada tekdayanağı aşk’dır. Gerçek sevgidir bu sevgi evenin yaratılmasına neden olan türden bir sevgidir . Demekki tasavvuf , bütün bilgilere egemendir. Tarih edebiyat , felsefe tıp vb. Nin üstündedir. Tasavvuf bilgisi olmayan tarihçi yazdıkları ile kesinlik değil şüphe ve tereddüt uyandırır . Tasavvuf bilgisi olmayan Doktor insanı sadece et ve kemik gibi inceleyerek onun kozmosdaki yerini ve anlamını anlayamaz Tasavvuf b,ilgi,is, olmayan Din bilgini merasimi (şekilleri ) gerçek zannederek Allahı ters tarafta arar ve elbette bulamaz.

    Gizemcilik (Mysticisme)’in yani tasavvufun kaynağı doğrudur. İslamdan , hatta İsanın doğuşundan çok önceleri Hint’te , Çinde böyle bir inanış , duyuş ve düşünüş sistemi vardır. Özellikle İslam dünyasında , tasavvufu zenginleştirip geliştiren insanların önemli bölümü Türk soyundan gelmedir.

    Tasavvufun tanımını yapmak güçtür. Her arif kişi ayrı bir tanım yapmıştır. Bunların sayısı binleri bulur. Her biri kendi duygu ve düşüncelerine göre yeni bir anlam daha güzel bir ifade bulabilmek için uğraşmıştır Bunların hepsi ayrı ayrı güzel oldukları ,ç,n Tasavvufu tanımlama bakımındanda doğrudurlar.

    Tasvvufu bir kaç bölümde inceleyende oldu . Tahakkuk tasavvufu yolunda olanlara

    Mutasavvıfiye –i Muhakkıynn derlerdi . Sofi-yyeti –tahakkuk yolunda gerçeğe ulaşanlar içinde birkaç batılı (Bersson , Einsstein gibi) da vardır. Birde tahalluk tasavvufu vardır. Bunlar ,ahlak onarımı ile iyi huy edinmek yolunda idiler. Bu softalık değildir, onların haddi aşmdan bir takvaları vardır. Birde rusum tasavvufu vardırki bunlar tekkelerde bir sürü tören merasim ve şekle tabi olanlardır. Bunların içinde tahakuka ulaşanlar esastır. Rüsum , yani şekil başlangıcta bir yola koyma işi için gerekli idi isede bunu esas sanan kişiler aldanırlar. Esas olan tahakuka ulaşma , gerçeği bulmalıdır. Tören , şekil merasim , bir zaman için bir araç olarak kullanılır. Bu gerçeğe bile eremeyen , aydınlatıcı (Mürşit) geçinen bir çok kişi vardır.

    Orhan Hançerlioğlu , tasavvufu şöyle anlatıyor; İlk tasavvuf düşüncesi şöyle özetlenbilir; Tarı kitabında ; Ben her şeyi kapsarım, ben insana Ruhumdan üfürdüm. Öncede sonrada açıkda gizlide Ben’im. Bu sözlerin açık anlamların altındaki gizli anlamı her şeyin tek varlığın ürünü olduğu (vahdet-i vücud )dur. Ama Peygamber , karşısındakilere akıllarının alabileceği kadar söyleyebilirdi. Putlara tapıldığı bir çağda , o taşların bile gerçekte birer Tanrı olduğu elbette söylenemezdi . gerçek anlamın bir süre gizlenmesi , din iyice oturdukça ve akıllar geliştikçe alıştıra alıştıra açıklanması gerekiyordu. Ali bu gizli anlamları Peygamber’den açıkça öğrenmişti , Aynı nedenden ötürü o sıralarda oda açıklayamazdı . Hz. Ali’nin torunu Zeynel Abidin de şöyle diyor; Nice bilim cevheri varki eğer onları açıklayacak olsam beni puta tapmakla suçlar , kafamı kesersiniz.....

    İbn-i Sina ve Gazali gibi ruhçu tasavvuf bilginleri de batının ruhçu gizemcileri ile birleşmektir.

    Tasavvuf’dan nasibini almamış İslam bilginleri Kur’an’ın açık, dış anlamıyla yetinmek isterler. Mutasavvıflar ise onun iç anlamını ele alırlar Bunların tartışmaları yüzyıllar sürmüştür.

    Tasavvuf , ehli olan insanları yüzyıllarca mutlu kılmıştı, hala’da kılmaktadır. İnsanları sonsuzluğa kadar , sonsuzluğa kadar , sona kadar var olmak düşüncesi düşü yaşatmış ölümüde güzelleştirmiştir. Bunları kavramayanlar İslam bilginleri kavrayıp düşünenlerin hepsinin derisini yüzerek öldürüldüler. (2)

    İşte gerçeği açık,açık söyleyenlerin , akılları bu gerçekleri bu gerçekleri alamayacak kadar kıt anlayışları eksik olan olanlar tarafından upradıkları bu zulme karşı bir korunma başladı. Gerçeği apaçık söyleme yerine , onu simgesel sözlerle açıklama yeğlendi . Birer tasavvuf kurumları olan mezhepler , tarikatlar bundan doğru . Akılcılar yolu ceberiyye, kaderyye, mu’tezile, haydariye, kalenderiyye, kaadiriyye, Bektaşiyye, mevleviyye ve benzeri yolları meydana getirdi.

    Eylemlerimizden sorumlımuyuz? Onları bizmi yapıyoruz Tanrımı yaptırıyor? Cebriyyeciler Bunları biz yapıyoruz derken Kaaderriyyeler ise Tanrı yaptırıyr diyorlar Birincileri insanın soromluluğunu ikinciler ise insanı yok sayıp her şeyi Tanrıya bağlıyorlar bu tartışmalar gelişe gelişe bir çok akımın ortaya çıkmasını sağladı.

    Biz,m İslam tasavvufumuz, varlık birliğine dayanır.Müslümanların ilk yüzyılında , türk düşüncesi işe karışmıştır Türkler biraz daha sonralarıda Arap ve Acem düşüncelerini sentez yapmışlardır. Ama dinamik, yaşamayı seven güler, yüzlü neşeli ve özgür yaratılışlı Türk dine korku ile değil sevgi ile bağlanmayı yeğlemiştir. Şamanlıktan kalma eski gelenekleri bırakmamış, hem de bütün insanlığı mutlu kılacak en güzel yolu , bulmuştur.

    Tasavvuf, insanı insan yapan ve onu öteki canlılardan daha yüce kılan insanın maddi yönü yanında birde manevi yönü olmasını sağlayan bir düşünüş ve inanıştır. Yani bedenle ruhu anlayıp , kavramaktır. Beden fanidir . Ruh yani kişinin manevi varlığı , durucu , kalıcı ,sonsuzdur. İnsanın mutluluğu kalıcı kalbi, arasındaki uyum ve dengeye bağlıdır. İşte insandaki gönül ruh mana sözleriyle anlatılmaya çalışılan nurlu pırıl pırıl cevherin dipdiri en dinamik bir halde tutulması çabalarını bildirecek yola tasavvuf (gizemcilik diyoruz.

    Türk islamına bu hal Hazret-i Muhammed ve Hz. Ali ile başlamıştır. O günlerin ilk Mutasavvıfları ( kıklar ) denilen toplulukturki bunların bunlarınn içinde Hz. Muhammed kızı , Hz. Ali’nin eşi olan Hz. Fatma’ da vardır.

    Tasavvufun ne olduğunu anlamak için o ehli yaşamak , idrak etmek içine düşmek gerekir. Tasavvufu tanımlayan bir çok sözler söylenmiştir bu tanım (tarif) binden fazladır. Birkaçı şöyledir:

    Tasavvufun başı bilim(ilim) ortası iş (amel) , sonu , mevhibe (lutuf) ve ihsan , bağış)dır.

    Tasavvuf maddeden manaya, zahirden batına varıştır.

    Tasavvuf, gönül derdine çare bulmaktır.

    Tasavvufun başı tanrıyı bilmek , sonu onu birlemektir(vahdet)

    Tasavvuf Hakk’ın seni senden alması , kendisi ile diriltmesidir.

    Tasavvuf . ilahi (tanrısal) huyla huylanmaktır.

    Tasavvuf kendinden çok başkalarının düşünmek ‘tir.

    Hicri üçüncü yüzyılda yaşmış Seri-es Sakati Bir defa Elhamdülillah dediğim için otuz yıldır Allaha tövbe ediyorum dediğinded bunun için tövbe edilirmi diye sormuşlar . O da şunu anlatmış : Bağdat çarşısında bir dükkanım vardı . Orada büyük bir yangın ortalığa çok zarar verdi . Herkes mal derdinde üzüntüde idi . O sırada birisi bana Müjde.... Senin dükkan kurtuldu deyince seninçle boş bulunarak , El-Hamd-ü lillah dedim. Az sonra kendimden utandım . Öyle bir felaket gününde başkalarının zarar, ziyanını düşünmeden kendimi düşünerek Elhamd-ü Lillah dediğim için otuz yıldır tövbe ve istifardayım’’’

    SUFİ yani mutasavvıf kişi, olgun insan, insan-ı kamil yer gibidir. Ona her türlü kötü nesne atılır. İyi-köyü herkes onu çiğner . Ama o, bütün kötülükleri güzelliklere çevirir ve iyilikler üretir.

    SUFİ bulut gibidir , her tarafa gölge salar . Yağmur gibidiri her yeri sular .

    Sufi gül bahçesinin gülü olup, dikeni olmamaktır.

    Fakat tasavvuf , asla ezilmek , dünyayı ve maddeyi tümüyle gözardı etmek demek değildir.

      Forum Saati Paz Mayıs 19 2024, 11:10