ALEVİ CANLAR FORUMU

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
ALEVİ CANLAR FORUMU

ALEVİ CANLAR FORUMU-TASAVVUF ARAŞTIRMA ,PAYLAŞIM

Mayıs 2024

PtsiSalıÇarş.Perş.CumaC.tesiPaz
  12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

Takvim Takvim


    Ahmet Altan KİMDİR

    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Ahmet Altan KİMDİR Empty Ahmet Altan KİMDİR

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 13:42

    1950'de İstanbul'da doğdu. Yazar Çetin Altan'ın oğlu. Orta ve lise öğrenimini çeşitli okullarda tamamladı. Bir süre Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne devam etti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Yirmi dört yaşında gazeteciliğe başladı. Gece muhabirliğinden, genel yayın müdürlüğüne kadar gazeteciliğin hemen hemen bütün kademelerinde çalıştı. 1987'de köşe yazarı oldu. 1990’da genel yayın müdürüyken gazeteciliğe ara verdi. Çeşitli televizyon programları hazırladı. İlk romanıı Dört Mevsim Sonbahar 1982'de yayınlandı. 1985'te yayınlanan ikinci kitabı Sudaki İz toplatıldı ve müstehcenlikten yargılanarak mahkeme kararıyla yakıldı. Birçok yazısından dolayı yargılandı ve 1995 yılında bir buçuk yıla mahkum edildi. Şimdi serbest yazar.

    Ahmet Altan KİMDİR Ahmet-altan

    ahmet altan
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Ahmet Altan KİMDİR Empty Geri: Ahmet Altan KİMDİR

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 13:43

    ESERLERİ

    ROMAN:
    Dört Mevsim Sonbahar (1982)
    Sudaki İz (1985)
    Yalnızlığın Özel Tarihi (1991)
    Tehlikeli Masallar (1996)
    Kılıç Yarası Gibi (2001)
    İsyan Günlerinde Aşk (2001)
    Aldatmak (2002)

    DENEME:
    Karanlıkta Sabah Kuşları (1997)
    Kristal Denizaltı (2001)
    Geceyarısı Şarkıları (2001)
    İçimizde Bir Yer (2004)
    Ve Kırar Göğsüne Bastırırken (2003)

    ÖDÜLLERİ:
    1999 Yunus Nadi Roman Armağanı Kılıç Yarası Gibi ile
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Ahmet Altan KİMDİR Empty Geri: Ahmet Altan KİMDİR

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 13:46

    Eğer Üşürse / Ahmet Altan



    Bir
    kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının 'üstüne bir şey al,'
    'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir söz
    olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek
    istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı.
    Sanırım binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin
    verilmediği için 'gizli bir DİL
    geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit bir şeyin erkekler
    tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine üflediklerini' hiç
    anlayamazlar. Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak
    küçük oğlana benzediğini düşünürler: 'Anlayışsız ve beceriksiz
    salaklar.' Ahmet Altan KİMDİR Ahmet-altan-usur

    Ben ne zaman bu konuyu düşünsem aklıma hep Amarcord filmindeki o SAHNE gelir.

    Koca memeli bakkal kadın, köyün ufak oğlanlarından birini bakkal dükkanının arka tarafına çeker.

    Hayatında
    hiç çıplak kadın görmemiş oğlanın meraktan ve heyecandan faltaşı gibi
    açılmış gözleri önünde o inanılmaz büyüklükteki memelerini çıkartır.

    Kendisine bakan küçük oğlanın ağzına verir memelerinden birini.

    Ve öfkeyle azarlar sonra oğlanı.

    - Üflemeyeceksin salak, emeceksin.

    Kadınlarla erkeklerin konuşmalarının bir yerinde hep, 'üflemeyeceksin salak, emeceksin' tuhaflığının yaşandığını düşünürüm.

    Kadınların
    bir şey söylediklerinde aslında başka bir şey söylemek istemiş
    olabileceklerini kendim mi farkettim yoksa bunu bana bazen usulca bazen
    sabırsızca sözleriyle kadınlar mı öğretti şimdi tam çıkartamıyorum.

    Ama
    bir kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının, 'üstüne bir şey
    al,' 'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir
    söz olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek
    istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı.

    Sanırım
    binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin verilmediği
    için 'gizli bir dil' geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit
    bir şeyin erkekler tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine
    üflediklerini' hiç anlayamazlar.

    Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak küçük oğlana benzediğini düşünürler:

    'Anlayışsız ve beceriksiz salaklar.'

    SEVGİ ve şefkat eksikliğine hiç tahammül edemeyen, bunların 'açıkça'
    söylenerek elde edilmesinin ise elde edilenin değerini düşüreceğine
    inanan kadınların niye isteklerini düpedüz söylemedikleri ise erkekler
    için hep bir sırdır.

    Duygularını göstermenin kadınlara özgü
    bir davranış olduğunu sanan erkekler, açıkça sevgilerini ve
    şefkatlerini göstermekten hep utanırlar.

    Farkında olmadan,
    onlar, bu duyguların gösterileceği tek yerin yatak odası olduğuna
    inandıklarından, kalabalıkların içinde sevgi ve şefkat
    gösterdiklerinde, herkesin seyrettiği bir yerde sevişiyorlarmış hissine
    kapılıp tedirgin olurlar.

    Erkekler için duygular, kapalı
    yerlerde yaşanması gereken 'mahrem' şeylerdir, kadınlar ise bunu
    hayatın her anında yaşanması gereken bir şey olduğunu düşünürler.

    Hemen
    hemen hepsi gizli bir 'derebeyi' olan erkekler, kadınların her
    isteğinde, her talebinde bir isyan, bir başkaldırı hatta bir hakaret
    görürler.

    Erkeklerin bekledikleri, kadınların 'üşümeleri' ya
    da 'acıkmaları' değil, erkeğin yanında soğuğu ve açlığı hissetmeyecek
    kadar kendinden geçmiş bir aşka kapılmaları ve bu aşkı taleplerini dile
    getirmeyerek göstermeleridir.

    Galiba o yüzden, erkeğin biraz
    kadınsılaştığı ve duygularını alabildiğine özgür bıraktığı aşkın ilk
    günleri geçtikten ve erkek yeniden erkekliğine döndüğünde, kadınlar
    'üşümeye' başlarlar.

    'Benim uykum geldi' dediğinde erkeğin
    onla beraber yatmamasını, perhize başladığı sırada aniden bir hoşluk
    yapma isteği duyan erkeğin ona sevdiği yemekleri almasını 'düşmanca'
    bulmaya koyulurlar.

    Artık erkeğin her davranışı ince
    eleklerden geçirilip, onun sözlerinde ve davranışlarında 'sevgisizlik'
    işaretleri tek tek saptanır.

    Ve o gizli dil daha sık ortaya çıkar.

    Kendilerinden
    yakınırlar önce, 'çok şişmanladım,' 'çok yaşlandım,' 'çok
    çirkinleştim,' bunları söyledikten sonra erkeklerin ne
    söyleyeceklerine, ne yapacaklarına bakarlar.

    Kendilerine büyük
    bir ilgi eksikliği olarak gözüken o anlayışsızlıkların, artık eskisi
    kadar beğenilmemelerinden ya da sevilmemelerinden mi kaynaklandığını
    anlamaya uğraşırlar.

    Baştan savma verilecek her cevap, bakkal kadının öfkeli tepkisini hakeder.

    - Üflemeyeceksin salak, emeceksin.

    Ama erkekler bu durumlarda genellikle üflerler.

    - Yoo, hiç de şişmanlamadın, iyisin, biraz kilo aldın belki ama önemli değil.

    Bu yakınmalar onlara manasız ve çocukça gelir çünkü.

    Kadınlar ise sinirlenmeye başlarlar.

    - Sen beni eskisi kadar sevmiyorsun.

    Bunun cevabı elbette, 'nerden çıkardın bunu, tabii ki seviyorum' değil, sıkı bir sarılış ve iyi bir öpüşmedir.

    Bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını gören erkek ise, GÜZEL bir hediye almanın ya da daha kestirmesi 'biraz para vermenin' zamanı geldiğini düşünür.

    Onun için sorunun tedavisi öpüşmede değil paradadır.

    Kabul
    etmeli ki, kendi değerini, gizliden gizliye kendine verilen parayla
    ölçmeye yatkın kadın için yapılacak 'fedakârlığın' miktarı bir zaman
    işe yarar, kadın, 'salağın' duygularını böyle ifade etmeye çalıştığını
    anlar.

    Erkek ise, o düz vahşeti ve insafsızlığı ile 'ağlıyorsa biraz para ver,' çözümlemesini benimser.

    Ama hediyelere ve paralara çabuk alışılır, sarılışların ve öpüşmelerin özlemi yeniden başlar.

    Kadın 'üşür.'

    Son
    bir iki deneme daha yapar, bazen güzelliği ve cinselliğiyle, bazen
    sinirli çıkışmalarıyla, erkeğe 'üşüdüğünde ona sarılınması gerektiğini'
    bir daha öğretmeye uğraşır.

    Ama erkek hâlâ, emeceğine üflüyorsa, o tehlikeli sapak yaklaştı demektir.

    Ya
    kadın kadere rıza gösterip teselliyi hediyelerde, parada, çocuklarında,
    kendisine sağlanan güvende aramaya razı olur ve arada sırada tutan 'ben
    çok yalnızım' yakınmaları ve ağlama nöbetleriyle hayatını sürdürür ya
    da 'üşümeye' fazla dayanamayıp, 'sarılmasını bilen' biri var mı diye
    etrafa bakınmaya koyulur.

    'Sarılmasını bilenler' bu sapaktaki kadınları keskinleşmiş radarlarıyla hemen bulurlar.

    Bir vakit işler iyi gider.

    Ama
    sarılmasını bilenler de bir süre sonra kaçınılmaz erkekliklerine geri
    dönüp, üşüyen kadına, üstüne bir hırka almasını söylerler.

    Ve, bu, hem acıklı hem EGLENCELİ süreci başlatan ilk uyarı da, her kadının kendi özel lisanında hemen söylenir.

    - Üflemeyeceksin salak, emeceksin.
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Ahmet Altan KİMDİR Empty Geri: Ahmet Altan KİMDİR

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 13:47

    Yaralı Kadınlar

    Kadınların ruhu kaplan pençeleri gibiydi.

    Sevildiklerinde, kendilerini güvende hissettiklerinde, yavrusunu okşayan bir kaplanın pençesi gibi yumuşacık olabiliyordu.

    Yaralandıklarında ise bir erkeği paramparça edebilecek bir öfkeyle kasılıyordu.

    Paris
    kafelerinde erkek elbiseleriyle dolaşıp, kitaplarını bir erkek
    imzasıyla yayınlayan George Sand, aralarında Balzac’ın da bulunduğu
    birçok ünlü sanatçıyı peşinde koştururken solgun yüzlü, uzun dalgalı
    saçlı, soyluluğu ve servetiyle alabildiğine kibirli şair Alfred de
    Musset’ye aşık olmuştu. Ahmet Altan KİMDİR Ahmet-altan-yalnizliga-serenat Fransız
    edebiyatının bu iki unutulmaz yazarı uzun yıllar sürecek, "entelektüel
    sosyeteyi" dedikodularıyla oyalayacak çalkantılı bir ilişkiye
    girmişlerdi.

    İlk başlarda, Sand bütün isyankarlığını unutarak evcimen hayaller kurmaya başlamıştı.

    Birlikte seyahatlere çıkacaklar, Paris yakınında bir kır evinde oturup dostlarını orada kabul edeceklerdi.

    Sand, bir gün bu hayallerini Musset’ye anlatmıştı.

    Musset, Sand’ın anlattıklarını dinledikten sonra bütün kibriyle,

    - Öyle mi? demişti.

    Bu
    kısacık cevapla Sand, "hayalleri" içinde aslında yapayalnız olduğunu
    görmüş, sevdiği şairin kendisiyle ilgili hiçbir hayali bulunmadığını
    anlayarak yaralanmıştı.

    Musset, bu kısa cevabın bedelini, aylar
    sonra çıktıkları bir yolculuk sırasında hastalanıp Venedik’te ateşler
    içinde yarı baygın yatarken yan odada sevgilisinin kendine bakmaya
    gelen doktorla seviştiğini fark ederek ödemişti.

    Sand daha sonra doktoru Paris’e de getirmiş, bütün Paris o korkunç maceranın ayrıntılarını ilk ağızdan dinlemişti.

    Musset de bir kadını yaralamanın nasıl tehlikeli sonuçlar yaratabileceğini kıskançlık krizleriyle kıvranarak öğrenmişti.

    Kadınların ruhu kaplan pençeleri gibiydi.

    Sevildiklerinde, kendilerini güvende hissettiklerinde, yavrusunu okşayan bir kaplanın pençesi gibi yumuşacık olabiliyordu.

    Yaralandıklarında ise bir erkeği paramparça edebilecek bir öfkeyle kasılıyordu.

    George
    Sand gibi şimşekli zekası, hiçbir kuralın içine sığmayan özgür ruhu ve
    sergilemekten kaçınmadığı alaycılığıyla erkekleri etkileyen, girdiği
    her hayatı darmadağın edebilen bir kadın bile solgun yüzlü bir şaire
    aşık olduğunda evcimen hayallerle yumuşayabiliyor, sevdiği erkeğin en
    rahat biçimde çalışabileceği bir evi döşemenin sevecen hayaline
    dalabiliyordu.

    Kendi sevgisiyle kendini değiştirerek bir
    ipekböceğine dönüşen kadını böyle zamanlarda en ağır yaralayan darbe
    ise sanırım sevilen erkeğin aldırmaz kibri oluyordu.

    Erkek ise karşılaştığı sevginin parlaklığıyla körleşiyordu.

    O anın "dondurulduğuna" ve sonsuza dek hep o anın yaşanacağına inanıyordu.

    Hep sevilecek, yaptığı her şey her zaman onun hakkı olarak hoş görülecekti.

    Aslında birçok davranışı da gerçekten hoş görülüyordu.

    Küçük
    kaprisleri, önemsiz hoyratlıkları, gereksiz övünmeleri, eve yeni
    getirilmiş bir kedi yavrusunun yordamsızlıkları gibi "zamanla
    eğitileceği" inancıyla karşılanıyor hatta bunlar zaman zaman alaycılığı
    ustalıkla saklanmış şefkatli gülümsemelere yol açıyordu.

    Erkeğin
    asıl yanılgısı "o anın" değişmezliğine olan inancıyla başlıyordu, o an
    ona sonsuz gibi geliyor ve bu sonsuzlukta kendi tanrısallığını
    görüyordu.

    Sonsuzluk içinde tapınılan bir güç halinde yansıyordu kendi gölgesi kendisine.

    Değişmezliğe
    olan inancı onu şımartırken, "bunun hep süreceğine" duyduğu inanç da
    erkekte "tek bir ana ve tek bir sahneye" hapsolmuşluk duygusuyla garip
    bir sıkıntı yaratıyordu.

    O zaman huzursuz bir kibirle davranıyordu.

    Bazen
    bu kibriyle öylesine sarhoşlaşıyordu ki kadının üstündeki "tanrısal"
    gücünü kalabalıklara da göstermek istiyor, kadını başkalarının gözü
    önünde de kıracak kadar aldırmaz bir kabalığa kapılıyordu.

    Kibir yaralıyordu kadını.

    Bunun kalabalıklara da gösterilmesi yarayı derinleştiriyordu.

    Kadın ise aldığı yaraya ilk anda inanamıyordu.

    Onun
    sevgisiyle yarattığı o iki kişilik dünyanın içinde böylesine bir
    davranışın karartısı bulunmadığı, sadece hayallerin ışıklarıyla
    aydınlandığı için şaşırıyordu.

    Gördüğünün ya da duyduğunun gerçek olduğunu anladığında hayallerin ışıkları sönüyordu.

    O
    hayaller her erkek için kurulamadığı ve o hayalleri kuracak kadar
    kendini yakın hissedeceği bir erkeğe rastlamanın pek de kolay
    olmadığını bildiği için hayallerinin darbelenmesi de onun canını ayrıca
    acıtıyordu.

    Bu "düşmanlık" karşısında önce içine çekilip büzülüyordu.

    Güneş battığında yapraklarını kapatan bir günebakan gibi yapraklarını kapatıyordu.

    Yaralanmış
    ruhu ve buruşturulmuş hayalleriyle baş başa kalıyor, hayattan
    uzaklaşıyor, huzursuz ruhuyla çırpınarak tek başına duruyordu.

    Dut
    yapraklarının üstünde dolaşan tombul tırtıllar, vakti geldiğinde, bir
    dala tutunup bir koza örerek kendilerini bu kozaya hapsederler, sonra o
    kozanın içinde bütün varlıkları erir ve ancak doğanın bildiği bir
    sihirle eriyen o varlık yeniden biçimlenir, koza yırtıldığında bir
    kelebek çıkar içinden.

    Erkeğin kibriyle yaralanan kadın da
    kendini kendi hücresine sakladıktan sonra orada ruhu erir ve o hücreden
    intikamını almak isteyen soğuk ve öfkeli bir kadının ruhu çıkar.

    Bir
    tırtılın bir mucizeyle bir kelebeğe dönüşmesi insana nasıl inanılmaz
    gelirse seven bir kadının intikam almak isteyen bir kadına dönüşmesi de
    o kadar inanılmaz gelir.

    Aynı bedende ortaya çıkan iki kadın birbirinden öylesine farklıdır.

    Önce sesi soğur.

    Erkekle
    aralarındaki bağı bir daha geriye dönülmez biçimde zedelemeden önce o
    soğuk sesiyle bir kez daha erkeğe kibrinden vazgeçmesi, onun
    hayallerine dönmesi için seslenir.

    O sıradaki sesi, gerçekten hem ürkütücü hem de çok üzücüdür.

    Neredeyse metalik vurgularla kurulan cümlelerin altında "yapacağa şeye" engel olması için bir yakarış saklıdır aslında.

    Çünkü yapmaya hazırlandığı hareketin, bütün hayalleri ebediyen yok edeceğini bilir.

    Erkek bu sesi duymadığında, kendini ve erkeğini hayat boyu yaralayacak hamleyi yapmak için yola çıkar.

    Hemen
    hemen her konuda çok karmaşık duyguları, olayların her türlü
    ayrıntısını tek tek fark eden büyük bir algılama yeteneği olmasına
    rağmen kadının intikamı genellikle tek ve basit bir hamledir.

    Bir erkeğin canını en fazla bir başka erkeğin acıtacağını içgüdüleriyle bilir.

    Bu
    darbeyi indirmeden önce sesi yeniden yumuşar, davranışları
    sokulganlaşır, erkeğin kendini tamamıyla güvende hissetmesini sağlar,
    ruhundaki yarayı ve intikam isteğini saklar.

    Kaplanın pençesi açılır.

    "Hedefinin" iyice yakına gelmesini sağlar.

    Erkeğin kendini iyice güvende hissettiğine, iyice kendine yakın durduğuna inandığında da vurur.

    Kendilerini kibrin körlüğüne kaptırmış bütün erkekler bu pençe indiğinde şaşırırlar.

    Daha
    önceki bütün işaretlere, gözyaşlarına, soğuklaşan sese, gizli
    yakarışlara, yeniden beliren yakınlığa karşın erkek tamamen hazırlıksız
    yakalanır.

    George Sand gibi vahşi olanlar, tarih boyunca
    unutulmayacak ve dilden dile gezecek bir biçimde, erkeğin bütün
    varlığını, güvenini, ruhunu parçalayacak bir şahmerdan gibi korkunç bir
    vuruşla alırlar intikamlarını.

    Kalabalıkların önünde yaralanan kadınlar ise intikamlarını kalabalıkların önünde alırlar.

    Ondan sonra ağlayan, yakınan, söylenen, Victor Hugo’nun deyimiyle "sevilmediği için bayağılaşan" erkekler görürsünüz.

    Böyle bir darbe aldığında ağır biçimde yaralanmayan bir erkek yoktur.

    Ve, bu darbe bir erkeğin kendi varlığının çevresinde oluşturduğu parlak zırhı parçalar, onun altından onun varlığının özü çıkar.

    Sanırım bir erkeğin nasıl biri olduğunu en iyi bu zamanlarda anlarsınız.

    En derininde gizli olan, bir ceset gibi suyun yüzüne vurur.

    Bayağılığı, çirkinliği, güçsüzlüğü, ucuzluğu ya da tam tersi soyluluğu, gücü, zarafeti böyle zor durumlarda anlaşılır.

    Erkeklerin aralarındaki farkları onların acıyı taşıma biçimlerinde görürsünüz.

    Çünkü o pençe ruhlarına yapıştığında hiçbiri kendini saklayamaz.

    Alfred
    de Musset gibi soyluluğu, serveti, şöhreti, yeteneği ve kibriyle,
    George Sand da dahil olmak üzere bütün insanları küçümseyen biri bile
    "Venedik macerasından" sonra aylarca "bütün gerçekleri" öğrenmek için
    kıvranmış, öfke krizleri geçirmiş, evine saklanmak zorunda kalmıştı.

    Bir erkeğin yapacağı en büyük hata kendisini seven bir kadını kibriyle yaralamaktır.

    İkinci büyük hata ise yaraladığı bir kadının yanında kalmaya devam etmektir.

    Kadınların,
    büyük bir duygusal sarsıntı geçirdiklerinde, ruhlarının derinliklerine
    çekilip oradan bir başka canlı gibi çıkabilme mucizesine sahip
    olduklarını bilmemek ya da belki buna inanamamak yüzünden erkekler
    yaraladıkları kadınların yanından kaçmayı beceremezler.

    Kadını yaralayan kibri, kaçması gerektiği gerçeğini görmesini de engeller.

    Kibriyle yaralar.

    Kibriyle yaralanır.

    Eğer
    Musset, Sand ona hayallerini anlattığında dinlediklerini
    paylaşabilseydi, duyduğu aşk nedeniyle büyük bir yazardan bir kadına
    dönüşen Sand’ı ve duygularını küçümsemeseydi herhalde başka bir hayat
    hikayeleri olurdu.

    Aldıkları büyük yaralara rağmen, kimbilir
    belki de o yaralar yüzünden, yıllarca süren ilişkileri sadece acıyla
    beslenmez belki birbirlerini mutlu bile ederlerdi.

    Ama iki büyük zekanın, iki büyük yaratıcının hayatını karartmaya küçücük bir soru yetti:

    - Öyle mi?
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Ahmet Altan KİMDİR Empty Geri: Ahmet Altan KİMDİR

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 13:48

    Andre Gide, Dar Kapı isimli
    kitabında, yaşanılanın değil yaşanılmayanın hikayesini anlatır;
    birbirlerini seven iki insanın bir türlü bir araya gelememesinin
    hikayesidir bu kitap. Ve birleşememelerinin nedeni, başkalarından
    ziyade kendileridir, kendi inançları, kendi korkuları önler onların
    aşklarının ifade edilmesini. Koca bir hayatı, istediklerini yapamayarak
    geçirir kitabın kahramanları.

    Yaşamak istediklerimizle
    yaşayabildiklerimiz arasında ortaya çıkan büyük uçurumun esas
    sorumlusunun aslında kendimiz olduğunu anlatır kitap.

    Ahmet Altan KİMDİR Ahmet_altan_1Bütün
    kitap boyunca okuyucu hep aynı isyanı hisseder, söyleyin artık,
    birleşin artık neden duygularınızı gizliyorsunuz, diye bağırmak ister.
    Ama, kitabın kahramanları, kendi yarattıkları o 'dar kapıdan'
    geçemezler bir türlü, orada sıkışıp kalırlar.
    Herkesin hayatı, dar kapılarla çevrilmiştir aslında.
    Rahatlıkla
    geçip feraha ulaşacağımız birçok kapıyı, kendi inançlarımız,
    korkularımız, endişelerimizle daraltıp kendimizi kendimize tutsak
    ettiğimizi çok geç farkederiz.

    Yaptıklarımızdan ziyade
    yapamadıklarımızdan daha çok pişman olmamızın gizli nedeni de budur
    zaten, yaptıklarımızın sonuçları kötü çıksa da, çıkan sonuçlarda
    bizimle birlikte başkaları da sorumludur, başka birilerinin iradesi
    işin içine girmiştir, pişmanlığımızı ve öfkemizi başkalarının üstüne
    yıkabilir, pişmanlıktan kendi payımıza düşeni azaltabiliriz.

    Ama
    yapmadıklarımızdan duyduğumuz pişmanlıkların bizden başka sorumlusu
    yoktur, bizden başka bir suçlu bulamayız, o pişmanlığı tek başımıza
    sahiplenmek zorunda kalırız.
    Kendi geçmişimizden geleceğimize uzanan
    yolda karşımıza çıkan dar kapıları neden aşamayız, neden takılır
    kalırız oralarda, nedir bizi durduran, nedir bizi gelecek pişmanlıklara
    hazırlayan.
    Neden bir türlü istediğimiz gibi yaşayamayız?
    Neden
    ıslak bir kil parçası gibi elimizde duran hayatımızı şekillendirirken,
    bir yerinde takılır ve onu istemediğimiz bir biçimde şekillendiririz,
    kendi isteklerimizden daha önemli ne olabilir?
    Korkularımız tabii.

    Gide'nin romanındaki kahramanlar gibi Tanrı'dan korkabiliriz.
    Çekeceğimiz acıdan korkabiliriz.
    Ya da Benjamin Costant'ın 'Adolphe' romanında anlattığı gibi başkalarının acı çekmesinden korkarız.
    Constant,
    kendi hayatından esinlenerek yazdığı romanında, kendinden daha yaşlı
    bir kadınla birlikte olan genç bir erkeğin o kadını neden
    bırakamadığını anlatır.
    Kadının duyacağı acıyı düşünmek, erkeği hareketsiz kılar, bu çaresizliğine öfkelenip kızsa da bunun üstesinden gelemez.
    Adolphe, ne zaman yeni bir hayata hazırlansa, yaşlı sevgilisinin gözyaşları engeller onu.

    Aynı çaresizliği Daudet'in 'Sara' isimli kitabında da görürüz.
    Orada da romanın kahramanı bir türlü kendini geçmiş bağlarından kurtarıp yeni bir hayat kuramaz.
    Bütün bunlar, insanın kendi hayatını belirlemekte sandığı kadar özgür olmadığını gösterir.

    Üstelik özgürlüğü kısıtlayan, kendi dışımızdaki dünya değildir.
    Hayatımızı
    değiştirmemizi engelleyen polisler, hakimler, savcılar, ordular,
    yasaklar değildir; yasak kendi içimizdedir, kendi korkularımızdadır,
    kendi geçmişimizdedir.
    Yaşadığımız her gün kendimize biraz daha
    tutsak oluruz, yaşanan her gün hayatımıza bağlanan zincirlere bir halka
    daha ekler ve biz yaşadığımız her gün o zincirlerden kurtulmakta biraz
    daha zorlanırız.
    Yaşamak istediğimizi yaşamamamızın nedeni, yalnızca o isteğin yeterince güçlü olmadığı söylenerek açıklanabilir mi?
    İsteğin güçsüzlüğü değildir her zaman asıl neden.
    Yeni
    bir hayata başlarken, dar kapıları kırıp geçerken, arkamızda
    bırakacağımız acıların, uzun selvileri olan bir eski mezarlık gibi
    gölgesini geleceğin üzerine sereceğini hissederiz. Gelecek, temiz ve
    aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle
    lekelenmiş bir halde başlayacaktır.
    En çok o gölge korkutur bizi.

    Yaşamak istediğimizin de gölgelenmesinden endişe ederiz.
    Çılgınca yaşamak istediğimiz yeni günlerin, bize geçmişle gölgelenmiş olarak gelmesi düşüncesine tahammül edemeyiz.
    Korkaklığımız, biraz da geleceği kurtarmak endişesindendir.
    Geçmişten
    gelen gölgelerle soluklaşan bir gelecek mi yaşamalı, yoka hiç
    yaşanmayan, yaşanmadığı için de gölgelenmeyen, yaşanmamış ışıklı bir
    hayal olarak mı saklamalı isteklerimizi.

    Dar Kapı'da olduğu gibi
    sevdiğimizle yaşayacaklarımızı bir günahın gölgesinden mi esirgemeli,
    Adolphe'da olduğu gibi bir başkasının ruhumuza sinen acısından mı
    sakınmalı, Sara'da olduğu gibi vicdanımızı damla damla lekeleyen
    gözyaşlarından mı kurtarmalı?
    Yaşanan ilk aşkla birlikte, geleceğe düşen gölgeler de uzamaya başlar.

    Geçmiş olduğu sürece gelecek gölgeli olacak.
    Yaz sabahlarının temiz ve gölgesiz aydınlığı kalmayacak geleceğimizde.

    Geçmişin gölgelerini taşıyan bir gelecek mi, gölgesiz, dokunulmamış ve yaşanılmamış bir hayal mi bizi daha mutlu eder?
    Ne Gide, ne Costant, ne Daudet buna bir cevap vermiyorlar.
    Anlattıkları, yaşayamamanın acısı yalnızca.

    Yaşamamak,
    kendini kendi geçmişinin gölgesinden kurtaramamak acılı bir tortu gibi
    birikiyor onların kahramanlarının içinde, isyan krizlerine tutulsalar
    da kendilerine yeni bir hayat yaratamıyorlar.
    Dar kapılardan geçemiyorlar.
    Çünkü yaşadıkça kalabalıklaşıyoruz.
    Gide'nin kahramanlarının hiçbir kapıdan sığmayan günah korkuları var eteklerinde.

    Costant'ın kahramanının yaşlı sevgilisinin acıları var kolunda.
    Sara'nın kahramanı vicdan azabını taşıyor beraberinde.
    Günahı,
    acıyı, vicdan azabını kapılardan sığdırmak kolay değil, bütün kapıları
    yıkmak gerekiyor, yıkıntılardan bir ışığa çıkılır mı peki?
    Yaşayamadığımız için pişman olacağımızı bile bile geleceğimizi feda etmeli miyiz?

    Yoksa,
    gölgeli de olsa o benim istediğimdir, yaşamalıyım mı demeliyiz?
    Geleceği yaşarken geçmişin gölgeleri zamanla solup silinir mi?

    Geçmişle
    gelecek arasındaki o dar kapıdan geçerken, oraya buraya sürünüp
    örselenen ruhumuz, geleceği istediği gibi kucaklayabilecek mi?

    Yaşam dar kapılarla dolu.
    Yıkmalı mıyız o kapıları?
    Günahı, acıyı, vicdan azabını silip atmalı mıyız?
    Duyduğumuz istek, günahı, acıyı, azabı silmeye yeter mi?
    Yoksa, günah korkusu, geçmiş acılar, vicdan azapları geleceği mi karartır?
    Neyi seçmeli insan?
    Kendi geçmişinden, hafızasından, hatıralarından, inançlarından nasıl kurtulmalı?

    O dar kapılar bizi yaşamamaya mı mahkum ediyor?
    Kendi geçmişiyle hüküm giymiş birer mahkum muyuz?
    Hayat, kurtulamamanın hikayesi mi?
    Peki, o aşk romanları ne öyleyse, anlatılan aşklar nasıl yaşanıyor?
    Geçmişin
    bittiği, bizi sahipsiz olarak, boşlukta terk ettiği zamanlar vardır,
    Tanrıyı, aşkı, sevgiyi, sevgiliyi kaybettiğimiz, yalnızlıktan,
    inançsızlıktan kıvrandığımız dönemler vardır, lekesiz bir aşk ancak
    böyle bir boşluğun, yalnızlığın, böyle bir kıvranmanın içinden doğar.
    Kaybetmenin acısını yaşamadan, kazanmanın lekesiz sevincini yaşamaya izin vermiyor Tanrı.
    Ve
    böyle bir dönemde yeni bir hayatı, yeni bir aşkı kazandığımız anda da,
    geleceğimize giden yolda yeni bir dar kapı örmeye başlarız.

    Ne yapmalıyız?

    Dar kapılardan nasıl geçmeliyiz? Yaşayamamanın acısını mı, gölgeli bir geleceği kucaklamanın hüznünü mü tercih etmeliyiz?
    Duyduğumuz istekler, tutkular, aşklar, geleceğin ruhumuza uzanan gölgelerini silmeye, bizi iyileştirmeye yeter mi?
    Dar kapılardan geçemediğimiz, yaşayamadığımız için pişman olacağız.

    Bizi bekleyenin pişmanlık olduğunu biliyoruz.
    Yaşadıklarımızdan olmayacak pişmanlığımız, yaşamadıklarımızdan olacak.

    Gide'e, Costant'a, Daudet'ye bir sormalıyız ne yapmamız gerektiğini.
    Ama onlar bize yalnızca, yaşayamamanın acısını anlatıyorlar.
    Nasıl yaşayacağımızın cevabını gene kendimiz bulacağız.
    Bu dar kapılardan nasıl geçeceğimizi kendimiz öğreneceğiz.
    Öğrenebilirsek eğer...


    Ahmet Altan
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 4744
    Kayıt tarihi : 23/02/09
    Yaş : 64
    Nerden : istanbul

    Alevi-Veysel Forumundaki Üyelerin Karekterleri
    üye karekteri: 1 kıdemli

    Ahmet Altan KİMDİR Empty Geri: Ahmet Altan KİMDİR

    Mesaj tarafından Admin Paz Nis. 26 2009, 13:49

    Üç Numaralı KonçertoVazgeçemeyeceğim kadar kıymetli
    değil benim hayatım, ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli
    bir şeylerim var benim, öyle altı imzalı boş mukaveleler taşımıyorum
    koynumda, hayatım karşılığında anlaşmalar yapmıyorum.

    Çıplak
    ayaklarının altında keskin pürtüklükayalıkları, her seferinde 'belki de
    bu son'diyerek hissedip kendini bir uçurumdan aşağıya, bir avuç gözüken
    denize bırakan Amazonlar'ın o yabani çocukları gibi korkudan ürpererek
    bırakırım kendimi uçurumlara.

    Ahmet Altan KİMDİR Ahmet-altan-koncertoSiz
    bir sonsuza doğru düşmeyi bilmiyorsunuz, sonuncu kez olup olmadığını
    bilmeden ciğerlerinize doldurduğunuz geniş bir solukla, gözleriniz
    serin bir rüzgarla yanarken, dimdik korkuyla ve şehvetle titreyerek bir
    uçuruma uçmayı bilmiyorsunuz siz.

    Hayatınız kıymetli, hayatınızdan daha kıymetli bir şeyiniz yok çünkü.

    Koynunuzda
    altı imzalı boş mukaveleler taşıyorsunuz, küçük bir kumarbazın işaretli
    kağıtları dağıttığı gibi dağıtıyorsunuz onları ve her seferinde
    kaybediyorsunuz bütün küçük kumarbazlar gibi.

    Siz o filmi gördünüz mü?

    Hayatından
    geleceğinden, ailesinden ve aklından vazgeçmek pahasına o 'üç numaralı
    konçerto'yu çalan piyanistin filmini gördünüzmü siz?

    Rachmaninov'un
    'üç numaralı piyano konçertosunu' Rachmaninov'un önünde çalıp o ünlü
    Rus kompozitöre, 'çalarken ruhuma dokundunuz'dedirten ve sol kolunu bir
    felce kaptırıp sakat kalan hocasının, 'piyano bir canavardır, onu
    denetleyemezsen yutar seni' dediği GENÇ
    piyanistin, bir canavar tarafından yutulmayı göze alarak 'üç numaralı
    konçertoyu' çalmak için ihtirasla titremesini seyrettiniz mi?

    Hazırlıksız
    ve kırılgan bir ruhun taşıyamayacağı kadar büyük bir duygusal coşku
    gerektiren bu parçayı çalarken, yanlış sevgilerle örselenmiş ruhunu
    ortaya koyan o piyanistin, dünyanın en zor piyano parçası denilen
    konçertoyu çalabilmek için sağlığını, geleceğini ve bütün hatını
    tehlikeye atmasını aptalca bulmadan önce, bir İNSAN
    neden hayatını bir piyano parçası çalmak için tehlikeye atar diye
    sordunuz mu? Gizlilerde bir yerde böyle bir soru saklıyor musunuz; bir
    gün lazım olur da belki sorarım diye, hayatınızn bir bölümünde böyle
    bir soru hazırlayıp koydunuz mu bir yanınıza?

    Siyah smokini,
    bağlı olduğu baştan bağımsız ayrı bir canlı gibi kıvır kıvır uçuşan
    saçları ve kalın gözlükleriyle piyanonun başına gelip parçayı çalmadan
    önce gözlüklerini çıkartarak keskin bir bıçak gibi simsiyah parıldayan
    piyanonun üstüne koyan genç çocuğun, dokunduğu her notayla geleceğinden
    ve hayatından bir parçayı tuşlara bıraktığı o konserde, olağanüstü bir
    duyarlılıkla çaldığı parçanın bitiminde kendisini ayakta alkışlayan
    kalabalığın önünde selam verirken yıkılıp kalıvermesini görmelisiniz.

    Bir insanın hayatından kıymetli ne var ki, onun uğruna, bir piyano parçası için hayatını veriyor diye sormalısınız.

    Ruhunda
    ve aklında ne varsa, hepsini son katresine kadar 'üç numaralı
    konçertonun'ışıltılı tınılarına terk eden çocuğun zaten kırılgan olan
    iç dünyasının, bir zümrüdüanka yumurtası gibi çatlayıp kendi içindeki
    büyülü kuşun üstüne çökmesini ve çocuğun o parçayı çaldıktan sonra on
    yedi yılını akıl hastanelerinde geçirmesini anlamak zor, eğer
    hayatınızda daha kıymetli birşey yoksa.

    Sizin hayatınızda çalmak için uğruna hayatınızı vereceğiniz bir 'konçerto'yok mu?

    'İşte bunun için yakarım geleceğimi' dediğiniz bir parça bulunmuyor mu repertuarınızda?

    Yoksa eğer bu, hayatınızda hayatınızdan daha kıymetli bir şey bulunmuyor demektir.

    Kolay anlaşmalar yaparsınız o zaman.Budalalar karşısında susar, zorbalar karşısında eğilirsiniz.

    Koşumları yalandan, kırbacı çıkarcılıktan yapılmış arabalara koşulursunuz siz de.

    'Hayır'demeyi unutursunuz.

    Herkese dağıtısınız o lanet olasıca boş mukavelelerinizi.

    Katiller
    efendiniz olur, sahtekarlar padişahlık taslar size, kulaklarınız artık
    hiçbir müziği duymaz, ruhunuz kayalara çarpıp terk edilmiş eski bir
    gemi gibi yosunlanıp çürümeye koyulur ve ortak bayağılıkların içinde
    atarsınız kulaçlarınızı.

    Ve inanın, hayat, içi boşaldıkça ağırlaşır.Taşınması zor bir yük olur.

    O
    boşluğu saklamak için siz de başlarsınız yalanlara, ne kadar boşalırsa
    hayatınız o kadar çok yalan söyler, cakalanırsınız ve boş bir hayatı
    taşımanın aslında nasılda büyük bir akıllılık olduğunu anlatmaya
    koyulursunuz.

    Biliyormusunuz, romantiklerin sonuncu büyüğü
    denilen Rachmaninov, besteciliğinin yanı sıra çok da önemli bir piyano
    virtüözüydü, çocuk yaşında saraylarda konserler vermeye
    başlamıştı.Dokuz yaşındayken gittiği bir asilzade konağında çaldığı bir
    parçanın orta yerinde daha etkileyici olmak için esas çarpıcı akoru
    basmadan önce ellerini tuşların üstünden kaldırıp biran beklemişti ve o
    sırada müzikten pek de anlamayan yaşlı bir kontes çocuğun parçayı
    unuttuğunu sanıp şefkatli bir sesle, 'istersen daha iyi bildiğin birşey
    çal' demişti.

    Daha iyi bildiğiniz birşey çalmak istermisiniz
    yaşlı konteslerin şefkatine sığınıp? Yoksa müzikten anlamayanların
    şefkatini reddedebilecek misiniz?

    Uğruna geleceğinizi
    mahvedeceğiniz, akıl hastanelerine, hapishanelere, sefaletlere
    düşeceğiniz bir 'üç numaralı konçertonuz' var mı?

    'Ben bunu
    çalacağım'dediğiniz bir parça.'Bunu çalacağım ve başka da birşey
    çalmayacağım'dediğiniz bir konçerto için kamaşıyor mu yüreğiniz,
    parmaklarınız kıpır kıpır oynaşıyormu içinizde?

    'Hayat bir
    canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni' deyip vuruyormusunuz
    hayatın akorlarına, konçertonun bir ucundan girip öbür ucundan ter
    içinde ve çıldırarak çıkıyor musunuz?

    Vazgeçemeyeceğim kadar kıymetli değil benim hayatım, ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli bir şeylerim var benim.

    Bir yazı, bir aşk, bir isyan.

    Belkide
    bu son kez diyerek Amazon'un o yabanıl çocukları gibi her yanımda
    kayaların keskin pürtüklerini hissederek bırakacağım kendimi bir
    uçurumun dibinde küçücük gözüken denize, gözlerim rüzgardan yanacak ve
    şehvetle titreyecek içim.Suya çarptığımda ince bir ok gibisaplanacağım
    derinlerine ve eğer çıkabilirsem YENİDEN
    suyun üstüne, ıslak sakallarımla gülümseyeceğim ve edepsiz bir oğlan
    çocuğu gibi övüneceğim size 'hayatımda daha kıymetli şeylerim var'
    diye.

    Şayet sizde gülümserseniz, çırılçıplak ve baştan aşağıya
    ıslak tutacağım ellerinizi, 'çalın'diyeceğim, 'çalın şu üç numaralı
    konçertoyu'.

    Bir uçurumdan uçarak basacaksınız tuşlara.Ter
    içinde ve çıldırmanın kenarında dolaşarak, sevişir gibi hayatı yakıp
    bir hayatı doğuracaksınız.
    Bütün mukaveleleriniz parça parça olup kuş tüyleri gibi savrulacak havaya.

    Hayatla
    yaptığınız bütün anlaşmaları yırttığınızda ve 'başka birşey
    çalmayı'reddettiğiniz de, işte o zaman anlayacaksınız belki de hayatın
    ne olduğunu.

    Ve piyanistin, bir canavarı yutup çıldıran o çocuğun, niye o 'üç numaralı konçertoyu'çaldığını. Ahmet Altan

      Forum Saati Perş. Mayıs 02 2024, 08:02