Tarih Nedir? *
Prof.Dr.İlber Ortaylı
Tarih-derken, kelimelerin üzerinde durmak lazım. Bir tanesi historia, ikincisi tevârîh, üçüncü tabir bilhassa tarih felsefesi açısından geçecek olan res gestae'dir.
Historia latinlerin tarih kelimesi, aslı Yunanca; somut bir malzeme, müşahhas bir malzeme, bilgi demek. Arapçadaki tarih kelimesinin kökü ay bilgisi demek, yani takvim bilgisi; çok müşahhas. Res gestae ise, latin-cede 'res' şeyler demek; 'gestae' "hatt-ı harekât, tavır, hareket" anlamındadır. Demek ki Titus Livius'un büyük eserine baktığımız zaman, Res gestae Populi Romanı 'Roma halkının serencamı, şanlı, yürüyüşü' demek olabilir. Bu Augustos-Claudius devrinde yaşayan Romalı tarihçinin eserinin adı. -Almanca tarih kelimesi 'Geschichte' hikâye demek, story değil ama; 'olmuş' anlamı var içinde çünkü.
Tarih dendiğinde Heredot akla geliyor. Ama eserini okuduğunuzda burada 'tarih nedir' diye şaşırabilirsiniz. Bir yerde olayları anlatıyor; fakat olayları anlatmaktan çok o yerin coğrafyasının tahlili, çevrenin tahlilini yapıyor. Bu tahlili yaparken bir müesseseyi, bir âdeti, bir olayı anlatmak için kimi zaman rivayetlere dayanıyor; hattâ kimi zaman mitolojiye kadar gittiği oluyor. O zaman bunun tarih ve gerçeklikle ilgisi ne diyorsunuz.
Yani destandan nasıl ayrılıyor? Çok basit: Onun -mitolojinin aksine- doğrudan doğruya yaşadığı gün ve çevreden hareket etmesi söz konusu. Bu bir sağlam yöntem. Netice itibariyle gözlediğine, gördüğüne, tahkik ede-bildiğine dönüyorsun. Görünen ve dokunulan öbür bilgiyi ayıklayabilir. Gerçi bu ayıklanan bilgi de (mitoloji) kültürel yapıyı veriyor.
Yunanlılar aslında tarihi çok seven adamlar değiller; Araplar gibi, İranlılar gibi değiller. Çok geriyi merak ettikleri yok. Çok pragmatik insanlar, bir bakıma. Etrafa bakıyor, 'bu nedir' diye. Bu duygu var; bu aidos'tur işte: Gördüğü müşahhas bir şeye bakmak. Gidiyor Mısır'a, şu şu tanrılar var, Teb şehri var, diyor ve bunun köküne iniyor. İran'a gidiyor, hanedana bakıyor, onların böyle âdetleri var, veraset sistemleri şöyle, diyor. Bunun etrafında tarih yazıyor. Adeta bugünkü, yirminci yüzyılın pragmatik yaklaşımı gibi. Heredot'ta tarih olarak başka milletlerden soyutlanan, tecerrüd ettirilen bir Yunan medeniyeti tarzı yok. Meselâ siyasî rejimleri monarşi, demokrasi v.s.yi savunan muhayyel dört kişiye tartıştırıyor. Biri İranlı ve monarşiyi savunuyor; tartışmayı da o kazanıyor. Dolayısıyle barbar denen kavram Yunanlılar tarafından tahkir edici mânâda kullanılmış değil. Yunanlı için barbar, hiç tespit edemediği, tanımadığı, dilini anlamadığı tipin (etnik tipin) bir tür adlandırılması. Tıpkı Macarların Almanlara bir zaman 'dilsiz', 'nemeth' demesi gibi. Nemçe oradan geliyor. Dilini anlamıyor; bütün mesele o. Yoksa etrafı, coğrafyayı tedkik için Heredot'ta böyle çok enteresan bir yaklaşım vardır ve okuduğunuz zaman görürsünüz ki yaptığı belirli gerçeğin etrafındaki rivayetleri toplamak. Fakat tam anlamıyla mitolojiden de kurtulamamıştır. Kendisinden sonra gelen Thukydides'e baktığımızda, ki Peleponnes savaşları'nı yazar, bu tür saplantılar yoktur. Meselâ Thukydides Peleponnes savaşlarını ne İlyada gibi yazıyor ne de Heredot gibi. Son derece müşahhas bir yaklaşımı var. Söylediği şu: "Troya savaşı büyük bir savaş değildi; küçük kayıklarla geldiler, o zaman gemiler büyük değildi. Savaşın on yıl sürmesi Akhalıların aç kalıp etrafı yağmalamalarındandı". Böyle son derece sağlam, küçümseyen bir mantık var. Ele aldığı Peleponnes Savaşları'nda bu tutum var. Atinalılar, Ispartalılar ve ittifak halindeki diğer şehir devletleri birbirleriyle hangi temel üzerinde entrika yapıyorlar? Bunu günü gününe kaydetmek gibi bir keyfiyet söz konusu. Bu ise çok önemlidir ve ifası göründüğünden çok zordur. Meselâ Damat Ferid ve İstanbul cephesi ile Anadolu cephesini tasvir edenler, orada bir kavmin dramını, birbirlerini nasıl yediklerini, nasıl ayrı düştüklerini, mantık veya mantıksızlıklarını Thukydides kadar iyi tarif edemiyorlar. Demek ki Thukydides'de tam bir soğukkanlılık var.
Sonra harbe tanrıların müdahale edişi. Biliyorsunuz Yunan mitolojisinin büyüklüğü (ki aslında orijinal değil ve Yunan mitolojisinin kaynakları, yani tanrılar, tanrıçalar ve bunların fonksiyonları esas itibariyle eski Mezepotamya'dan, Anadolu'dan gelmedir, belki hiç bir milletin mitolojisi orijinal değil) insan hayatına, toplum hayatına dair çok esaslı bir gözlemde bulunmaları ve tanrıları da o toplumun içine sokmalarında. (Bu tabiî çok naiv, çocuksu bir şey. Biz Eski Yunan'ın bu çocuk ruhunu seviyoruz; yoksa medeniyetin işbaı olarak görmek aklımıza gelmez.) Troyalılar- ' la Akhalılar savaş ediyor, tanrıları da işin içine karışıyor. Sanki ülkücülerle solcular kavga ediyor da politikacılar bu işe burnunu sokuyor, akıl öğretiyor gibi. Yani insanî, kötü, haris, habis, yerine göre de iyi figürler. Meselâ savaş tanrısı Ares cıyak cıyak bağıran, provakatör biri; Romalıların Mars'ı gibi kuvvet ve satvetin temsilcisi değil. Athena çok akıllı geçinen bir kadın; fakat Paris onu en güzel diye seçmediğinden, elmayı ona vermediğinden, kaprisli. Afrodit bütün güzelliği ve kadınlığıyla Troyalıları tutuyor; fakat akıl veremiyor. Böyle, cemiyetin içinde, perde arkasındaki ikinci grup adamlar gibi ortalığı karıştırıyorlar.
Bu yapılaşma ve uslûb Thukydides'te söz konusu değil. Ne kâhinlerin kehanetini, ne tanrıların karışmasını bu olaylara dahil ediyor. Hattâ hadiseye tenkit getiriyor: 'Böyle olmasaydı, şunu yapmasalardı başka türlü bir sonuç çıkacaktı' falan diyor. Bir muhakeme tarzı var. Sosyal tarih lafı etmeden yapılıyor. Thukydides'i okuduğunuzda görürsünüz: 'Ispartalılar şöyle yaşayan bir kavimdi, Atinalılar böyle; yaşadıkları coğrafya şöyle, onlarınki böyle. Onun için böyle hareket etmek zorundaydılar' der. Kısacası M.Ö. 4., 5. asırdaki adamla yani Thukydides'le Braudel arasında çok fark yok. Tarih yazımında ilerleyici dönüm noktaları koymak saçma. İnsanlar birbirini okuyarak yetişiyor. Fizikte Nevvton ve Einstein büyük devrim olabilir. Tarih yazımında böyle bir şey yok. Kimse kimseyi geçmez. Hukuk da böyle bir ilimdir; normlar bellidir, mantık, hukuk mantığı bellidir. Uzun yıllar yapılan tahsille kavranılır hukuk mantığı ancak. Dolayısıyle hukukçuların arasında öyle ileri-geri farkı da olmaz. Meselâ Tribonianus'u getir Roma'dan, bir de Avusturyalı Kelsen'i; ikisinin önüne bir anonim şirket problemi koy, belki Tribonianus kısa bir istişare ile "hükmî şahsiyet" mevzuunu anladıktan sonra daha iyi bir mütalâa verir. Bunun gibi 2000 yıl evvelin tarihçiliği ile bugünkü arasında büyük fark yok. Niye yok! Çünkü tarihçilik aslında belirli tekniklere dayanır. Bizim de akademik olarak öğreteceğimiz tarihçilik odur. Bir taştaki yazıyı nasıl okursun? Numizmatik meseleleri nasıl değerlendirirsin? Bir kağıdı eline aldığın zaman paleografik ve diplomatik yönden nasıl bakarsın? Tarihlendirmeyi nasıl korsun? Bu ilimdir. Bu bakımdan da tarih ilmi diğer sosyal bilimlerin içinde, hattâ doğa bilimleri gibi pekinliği, kesinliği olan bir ilimdir. Çünkü bu kağıt böyle okunur. Cinsi böyle bir kağıttır. Yazı bununla yazılmıştır. Bu kalem de 1960'lardan sonra keşfedilip kullanılan bir kalemdir. Üstünde posta pulu olduğu ve tarih damgası olduğuna göre tarih bellidir dersin. 90'lı yıllarda Türkler şu işle uğraşmışlar, sonucunu çıkarırsın. İşte bu kesin bir şeydir, pekindir. Sosyolojinin, iktisadın yöntemlerinden çok daha kesin olduğu açıktır. Fakat tarihçilik bu kadar değildir. Ondan sonra bir spekülasyon safhası vardır ki bu sanatçılıktır. Belirgin bir şekilde, abartma ve yalana sapmadan yorumlama meselesidir. Dolayısıyle-bu tarihçide bir yerden sonra bir sanatçılık vasfı olduğunu gösterir. Emil Droysen'in dediği gibi; "tarih bilim değildir, bilimin de üstünde bir şeydir."
Tarih diye Thukydides'le başladığımızda, bu demek değildir ki bu ibtidaî dal yavaş yavaş doğuyor, gelişiyor sonunda geçen asrın bu asrın büyükleri ortaya çıkıyor. Böyle bir gelişme çizgisi olmaması gerekir. Herkesin kendine göre üslûbu vardır, üslub zayıflıkları vardır; o anlamda Thukydides için de en büyük tarihçi demiyoruz, İbn Haldun için de en büyüktür, demiyoruz. İbn Haldun kendine göre büyüktür ve bu keyfiyet, tarih ilminin gelişmesinden değil, herkesin kendi uslûb ve tekniği içinde büyük tarihçi oluşundandır. Tarih yazıcılık; bütün zamanların ötesinde, tarihçilerin eşitlik içinde kendi üslûpları ve sanatçı beceriklilikleriyle devam ettirdikleri bir bilgi ve yazım dalıdır
Prof.Dr.İlber Ortaylı
Tarih-derken, kelimelerin üzerinde durmak lazım. Bir tanesi historia, ikincisi tevârîh, üçüncü tabir bilhassa tarih felsefesi açısından geçecek olan res gestae'dir.
Historia latinlerin tarih kelimesi, aslı Yunanca; somut bir malzeme, müşahhas bir malzeme, bilgi demek. Arapçadaki tarih kelimesinin kökü ay bilgisi demek, yani takvim bilgisi; çok müşahhas. Res gestae ise, latin-cede 'res' şeyler demek; 'gestae' "hatt-ı harekât, tavır, hareket" anlamındadır. Demek ki Titus Livius'un büyük eserine baktığımız zaman, Res gestae Populi Romanı 'Roma halkının serencamı, şanlı, yürüyüşü' demek olabilir. Bu Augustos-Claudius devrinde yaşayan Romalı tarihçinin eserinin adı. -Almanca tarih kelimesi 'Geschichte' hikâye demek, story değil ama; 'olmuş' anlamı var içinde çünkü.
Tarih dendiğinde Heredot akla geliyor. Ama eserini okuduğunuzda burada 'tarih nedir' diye şaşırabilirsiniz. Bir yerde olayları anlatıyor; fakat olayları anlatmaktan çok o yerin coğrafyasının tahlili, çevrenin tahlilini yapıyor. Bu tahlili yaparken bir müesseseyi, bir âdeti, bir olayı anlatmak için kimi zaman rivayetlere dayanıyor; hattâ kimi zaman mitolojiye kadar gittiği oluyor. O zaman bunun tarih ve gerçeklikle ilgisi ne diyorsunuz.
Yani destandan nasıl ayrılıyor? Çok basit: Onun -mitolojinin aksine- doğrudan doğruya yaşadığı gün ve çevreden hareket etmesi söz konusu. Bu bir sağlam yöntem. Netice itibariyle gözlediğine, gördüğüne, tahkik ede-bildiğine dönüyorsun. Görünen ve dokunulan öbür bilgiyi ayıklayabilir. Gerçi bu ayıklanan bilgi de (mitoloji) kültürel yapıyı veriyor.
Yunanlılar aslında tarihi çok seven adamlar değiller; Araplar gibi, İranlılar gibi değiller. Çok geriyi merak ettikleri yok. Çok pragmatik insanlar, bir bakıma. Etrafa bakıyor, 'bu nedir' diye. Bu duygu var; bu aidos'tur işte: Gördüğü müşahhas bir şeye bakmak. Gidiyor Mısır'a, şu şu tanrılar var, Teb şehri var, diyor ve bunun köküne iniyor. İran'a gidiyor, hanedana bakıyor, onların böyle âdetleri var, veraset sistemleri şöyle, diyor. Bunun etrafında tarih yazıyor. Adeta bugünkü, yirminci yüzyılın pragmatik yaklaşımı gibi. Heredot'ta tarih olarak başka milletlerden soyutlanan, tecerrüd ettirilen bir Yunan medeniyeti tarzı yok. Meselâ siyasî rejimleri monarşi, demokrasi v.s.yi savunan muhayyel dört kişiye tartıştırıyor. Biri İranlı ve monarşiyi savunuyor; tartışmayı da o kazanıyor. Dolayısıyle barbar denen kavram Yunanlılar tarafından tahkir edici mânâda kullanılmış değil. Yunanlı için barbar, hiç tespit edemediği, tanımadığı, dilini anlamadığı tipin (etnik tipin) bir tür adlandırılması. Tıpkı Macarların Almanlara bir zaman 'dilsiz', 'nemeth' demesi gibi. Nemçe oradan geliyor. Dilini anlamıyor; bütün mesele o. Yoksa etrafı, coğrafyayı tedkik için Heredot'ta böyle çok enteresan bir yaklaşım vardır ve okuduğunuz zaman görürsünüz ki yaptığı belirli gerçeğin etrafındaki rivayetleri toplamak. Fakat tam anlamıyla mitolojiden de kurtulamamıştır. Kendisinden sonra gelen Thukydides'e baktığımızda, ki Peleponnes savaşları'nı yazar, bu tür saplantılar yoktur. Meselâ Thukydides Peleponnes savaşlarını ne İlyada gibi yazıyor ne de Heredot gibi. Son derece müşahhas bir yaklaşımı var. Söylediği şu: "Troya savaşı büyük bir savaş değildi; küçük kayıklarla geldiler, o zaman gemiler büyük değildi. Savaşın on yıl sürmesi Akhalıların aç kalıp etrafı yağmalamalarındandı". Böyle son derece sağlam, küçümseyen bir mantık var. Ele aldığı Peleponnes Savaşları'nda bu tutum var. Atinalılar, Ispartalılar ve ittifak halindeki diğer şehir devletleri birbirleriyle hangi temel üzerinde entrika yapıyorlar? Bunu günü gününe kaydetmek gibi bir keyfiyet söz konusu. Bu ise çok önemlidir ve ifası göründüğünden çok zordur. Meselâ Damat Ferid ve İstanbul cephesi ile Anadolu cephesini tasvir edenler, orada bir kavmin dramını, birbirlerini nasıl yediklerini, nasıl ayrı düştüklerini, mantık veya mantıksızlıklarını Thukydides kadar iyi tarif edemiyorlar. Demek ki Thukydides'de tam bir soğukkanlılık var.
Sonra harbe tanrıların müdahale edişi. Biliyorsunuz Yunan mitolojisinin büyüklüğü (ki aslında orijinal değil ve Yunan mitolojisinin kaynakları, yani tanrılar, tanrıçalar ve bunların fonksiyonları esas itibariyle eski Mezepotamya'dan, Anadolu'dan gelmedir, belki hiç bir milletin mitolojisi orijinal değil) insan hayatına, toplum hayatına dair çok esaslı bir gözlemde bulunmaları ve tanrıları da o toplumun içine sokmalarında. (Bu tabiî çok naiv, çocuksu bir şey. Biz Eski Yunan'ın bu çocuk ruhunu seviyoruz; yoksa medeniyetin işbaı olarak görmek aklımıza gelmez.) Troyalılar- ' la Akhalılar savaş ediyor, tanrıları da işin içine karışıyor. Sanki ülkücülerle solcular kavga ediyor da politikacılar bu işe burnunu sokuyor, akıl öğretiyor gibi. Yani insanî, kötü, haris, habis, yerine göre de iyi figürler. Meselâ savaş tanrısı Ares cıyak cıyak bağıran, provakatör biri; Romalıların Mars'ı gibi kuvvet ve satvetin temsilcisi değil. Athena çok akıllı geçinen bir kadın; fakat Paris onu en güzel diye seçmediğinden, elmayı ona vermediğinden, kaprisli. Afrodit bütün güzelliği ve kadınlığıyla Troyalıları tutuyor; fakat akıl veremiyor. Böyle, cemiyetin içinde, perde arkasındaki ikinci grup adamlar gibi ortalığı karıştırıyorlar.
Bu yapılaşma ve uslûb Thukydides'te söz konusu değil. Ne kâhinlerin kehanetini, ne tanrıların karışmasını bu olaylara dahil ediyor. Hattâ hadiseye tenkit getiriyor: 'Böyle olmasaydı, şunu yapmasalardı başka türlü bir sonuç çıkacaktı' falan diyor. Bir muhakeme tarzı var. Sosyal tarih lafı etmeden yapılıyor. Thukydides'i okuduğunuzda görürsünüz: 'Ispartalılar şöyle yaşayan bir kavimdi, Atinalılar böyle; yaşadıkları coğrafya şöyle, onlarınki böyle. Onun için böyle hareket etmek zorundaydılar' der. Kısacası M.Ö. 4., 5. asırdaki adamla yani Thukydides'le Braudel arasında çok fark yok. Tarih yazımında ilerleyici dönüm noktaları koymak saçma. İnsanlar birbirini okuyarak yetişiyor. Fizikte Nevvton ve Einstein büyük devrim olabilir. Tarih yazımında böyle bir şey yok. Kimse kimseyi geçmez. Hukuk da böyle bir ilimdir; normlar bellidir, mantık, hukuk mantığı bellidir. Uzun yıllar yapılan tahsille kavranılır hukuk mantığı ancak. Dolayısıyle hukukçuların arasında öyle ileri-geri farkı da olmaz. Meselâ Tribonianus'u getir Roma'dan, bir de Avusturyalı Kelsen'i; ikisinin önüne bir anonim şirket problemi koy, belki Tribonianus kısa bir istişare ile "hükmî şahsiyet" mevzuunu anladıktan sonra daha iyi bir mütalâa verir. Bunun gibi 2000 yıl evvelin tarihçiliği ile bugünkü arasında büyük fark yok. Niye yok! Çünkü tarihçilik aslında belirli tekniklere dayanır. Bizim de akademik olarak öğreteceğimiz tarihçilik odur. Bir taştaki yazıyı nasıl okursun? Numizmatik meseleleri nasıl değerlendirirsin? Bir kağıdı eline aldığın zaman paleografik ve diplomatik yönden nasıl bakarsın? Tarihlendirmeyi nasıl korsun? Bu ilimdir. Bu bakımdan da tarih ilmi diğer sosyal bilimlerin içinde, hattâ doğa bilimleri gibi pekinliği, kesinliği olan bir ilimdir. Çünkü bu kağıt böyle okunur. Cinsi böyle bir kağıttır. Yazı bununla yazılmıştır. Bu kalem de 1960'lardan sonra keşfedilip kullanılan bir kalemdir. Üstünde posta pulu olduğu ve tarih damgası olduğuna göre tarih bellidir dersin. 90'lı yıllarda Türkler şu işle uğraşmışlar, sonucunu çıkarırsın. İşte bu kesin bir şeydir, pekindir. Sosyolojinin, iktisadın yöntemlerinden çok daha kesin olduğu açıktır. Fakat tarihçilik bu kadar değildir. Ondan sonra bir spekülasyon safhası vardır ki bu sanatçılıktır. Belirgin bir şekilde, abartma ve yalana sapmadan yorumlama meselesidir. Dolayısıyle-bu tarihçide bir yerden sonra bir sanatçılık vasfı olduğunu gösterir. Emil Droysen'in dediği gibi; "tarih bilim değildir, bilimin de üstünde bir şeydir."
Tarih diye Thukydides'le başladığımızda, bu demek değildir ki bu ibtidaî dal yavaş yavaş doğuyor, gelişiyor sonunda geçen asrın bu asrın büyükleri ortaya çıkıyor. Böyle bir gelişme çizgisi olmaması gerekir. Herkesin kendine göre üslûbu vardır, üslub zayıflıkları vardır; o anlamda Thukydides için de en büyük tarihçi demiyoruz, İbn Haldun için de en büyüktür, demiyoruz. İbn Haldun kendine göre büyüktür ve bu keyfiyet, tarih ilminin gelişmesinden değil, herkesin kendi uslûb ve tekniği içinde büyük tarihçi oluşundandır. Tarih yazıcılık; bütün zamanların ötesinde, tarihçilerin eşitlik içinde kendi üslûpları ve sanatçı beceriklilikleriyle devam ettirdikleri bir bilgi ve yazım dalıdır